İşsiz ilk günümün sabahı.
Kahvemi yudumlarken, “yapmam gereken hiç bir şey olmamasını” yadırgıyorum. Cevaplamam gereken hiç bir mail, koşmam gereken hiç bir yer yok.
Yaz tatiline girmiş öğrenci hissi!
“Bugüne kadar vaktim olmadığı için yapmayı ertelediğim neler var?” diye düşünmeye başlıyorum. O sırada İstanbul Film Festivali kitapçığı bana göz kırpıyor.
En son üniversite öğrencisi olduğum yıllarda gittiğim gündüz seansları!
Hemen bütün filmlerin imdb puanlarını ve konularını incelemeye başlayıp, kendime bir ajanda çıkartıyorum. Her günüm bomboş olacak sanıyorum ya, bol keseden bilet alıyorum. Her güne bir film!
Hemen ardından mahalledeki yoga salonuna gidiyorum. Bir aylık sınırsız üyelik! Her gün yoga da yaparım.
Bir film izler, bir yoga dersine girerim, ohh işte bir kaç hafta kendimi böyle oyalarım, diyorum. “Tam bir Nişantaşılı ev hanımı!” diye dalga geçiyorum kendimle.
Aradan iki haftadan uzun zaman geçtikten sonra ve festival haftasının sonuna gelmişken, bu filmlerden yalnızca üç tanesini izlemeye vakit bulabildiğimi itiraf edebilirim. Yogaya da toplam dört – beş kere gidebildim bu sırada.
Ben böyle bir tipim işte, sürekli icat çıkartanlardan…
Asla boş kalamayanlardan…
O yüzden “Canım sıkıldı.” diyen insanları hiç anlamıyorum. Hele İstanbul’da yaşayıp canı sıkılabilenleri hiç!
Bu yazıyı yazarken takvime baktım, tam 18 gündür çalışmıyorum. Ve her sabah erkenden uyanıyorum, gece aklımdakileri bitiremediğim için oldukça geç yatıyorum. İşler, projeler, yazılar, planlar… Hepsinden bahsetmek istiyorum; ama şimdilik bu sürede keşfettiklerimden başlayalım.
İstanbul Film Festivali’nde üç film izledim. Bunlardan ilki Spell (Büyü) oldu. Nişanlısı ölen Amerikalı çizer, ne yapacağını bilemediği için, nişanlısıyla gitmeyi planladıkları İzlanda’nın yolunu tutar. Hiç ilgisini çekmeyen büyü ve büyücü konularının ortasında bulur kendisini.
İzlanda’nın muhteşem doğasında geçen bu film, izleyene sürekli “Adam deliriyor mu? Yoksa gerçekten büyü diye bir şey var mı?” sorusunu sordurtuyor. Kararı izleyene bırakmasını, yalnızca minik ipuçları serpiştirmesini ben çok sevdim.
İkincisi We the Coyotes (Biz Çakallar)‘dı. Klip havasında sahneleri yer yer fazla uzun tutulmuş olsa da, özellikle biz kadınların gündemindeki “iyi bir işi ve güzel bir hayatı olan bir adamla, duygu ve tutku eksiklikleri ile makul bir ilişki yaşamak mı?” yoksa “Ailenin asla kabul etmeyeceği, ama yanında çok mutlu olduğun bir serseri ile maceralara atılmak mı?” konusu etrafında aktığı için ben keyifle izledim.
İzlediğim son film de, Celle que vous croyez (Hangi Kadın) oldu. Kendisinden yaşça genç olan sevgilisinden istediklerini alamayan bir kadının, sosyal medyada genç bir kadın profili oluşturup, flört etmesini anlatıyor. Masum bir oyun gibi başlayan bu merak, bir sürü hayatın dengesini bozuyor. İzlerken hem çok güldürüyor, hem çok geriyor.
Art On İstanbul’da 20 Nisan’a kadar devam eden çok renkli bir sergi var: Ali Elmacı’nın “Kan Görünce Rüya Bozulur” isimli kişisel sergisi. Yalnızca birkaç parça eser sergilense de, oldukça keyifli. Taksim civarlarına yolunuz düşerse, mutlaka uğramanızı tavsiye ederim.
Yine bu civarlarda, sergi üzerine güzel bir kahve içmek için uğranabilecek güzel bir adres de The Allis. Soho House bünyesinde, Glass Building’in girişinde konumlanan bu cafe’nin, tatlıları ve kişleri gerçekten çok lezzetli. Taksim’in ortasında olmasına rağmen, bahçesi oldukça sessiz ve yemyeşil minik bir vaha.
Nişantaşı’nın en yeni restoranlarından biri Mandolini. City’s Alışveriş Merkezi’nin tam karşısında, eski SushiCo’nun yerinde. Bu civarda alıştığımızdan çok daha büyük, ferah bir restoran.
Mekanın dekorasyonu da, yemeklerin sunumu da çok şık. Diğer yandan, ben menü ve lezzet bakımından biraz hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. Bu kadar yatırım yapılan bir adresten, çok daha şaşırtıcı, çok daha etkileyici bir şeyler bekliyordum.
Ayrıca buna sadece ben mi takılıyorum bilmiyorum; ama bana göre, siyah çay ikram olması gereken bir içecek. Sonuçta maliyeti çok az, Türk kültüründe en küçük esnaf bile çayı ikram eder. Bir mekanda oturup, yalnızca çay içen müşteriden elbette çay için ücret alınmalı; ancak yemek yemiş olan müşteriden siyah çay için ücret alınması fikri beni gerçekten rahatsız ediyor. “Yedirin o çayın ücretini de yemeklerin içine, çayı ikram edin.” diyesim geliyor. Son zamanlarda buna çok takılıyorum, o yüzden her yerde yemeğin üzerine çay isteyip, hesaba yazılıp yazılmadığını kontrol ediyorum. Bu mekan bu açıdan kaybedenlerden.
Piri Guide eşliğinde İstanbul’un tarihini keşfetmek bizim son zamanlardaki en favori hafta sonu aktivitelerimizden. Kapalıçarşı turu eklenir eklenmez ilk fırsatta yolumuzu buraya düşürdük.
Açıkçası çok daha kapsamlı ve uzun bir tur olmasını hayal etmiştik, bu bakımdan ufak bir hayal kırıklığı yaşadık. Yine de Kapalıçarşı’ya dair bilmediğimiz bir sürü şey öğrenmek, Teşvikiye’de oturup kahve içmekten çok daha verimli bir sabah geçirmemizi sağladı.
Piri Guide ile hala tanışmadıysanız, içtenlikle ve şiddetle tavsiye ediyorum. Benim favorim hala Balat turu.
Kapalıçarşı’dan sonra yenilenerek kapılarını açan Pandeli Restoran’a gittik. Dekorasyonu şahane. İnanılmaz da ilgi görüyor. Gittiğinizde boş bir masa için birazcık beklemeyi göze almanız şart.
İstanbul’da uzun yıllardır aynı yerde aynı şekilde faaliyet gösteren restoranlar gerçekten çok az olduğu için Pandeli’nin yeniden hizmete başlamasından ve bu kadar ilgi görmesinden gerçekten büyük mutluluk duydum ben.
Gün boyunca hünkar beğendi diye sayıkladıktan sonra, Pandeli’de de tabii ki tercihimi hünkar beğendiden yana yaptım. Ne yazık ki, yediğim hünkar beğendiden çok, patlıcan ezmesine benziyordu. Biliyorsunuz, hünkar beğendinin tabanı peynir, un ve sütle çok daha kıvamlı ve yoğun olur. Buradaki ise bildiğimiz meze patlıcan ezmesinin sıcak versiyonuydu. Diğer yandan eti gerçekten çok lezzetliydi.
Pandeli’nin tarihi önemi ve güzel dekorasyonu adına bir kere yol düşürmek gerekir. Gitmenizi de bu yüzden tavsiye ederim. Ancak yemekler konusunda beklentilerinizi aşırı yükseltmeyin, Osmanlı mutfağının çok daha iyi örnekleri var şehirde.
Keyifle ve keşifle kalın!