Alaçatı’daki son günümüz. Kız arkadaşımla transferimizi ayarlayıp, son bir bira içmek için Hacı Memiş’te bir mekana oturuyoruz.
“Ay çok iyi geldi soğuk soğuk hadi bir bira daha”, “Bir de nachos mu yesek, çok lezzetliymiş yalnız.” derken biraları ardı ardına deviriyoruz.
Kendimizi harika hissediyoruz. Hayatımızda bugüne kadar yaşadığımız ve yaptığımız her şeyin bizi şimdiki biz yaptığının farkındayız. Kendimize canımız ne isterse onu yapma özgürlüğü sağlayan bir hayat kurabilmekten gururluyuz, ama hala küçücük şeylerle çok mutlu olabilmemize de bayılıyoruz. Poloroid makineyle fotoğraf çeken bir kıza poz veriyoruz, bu ışık saçan, harika ruh halimizi hep hatırlamak için…
Biz böyle kikirdeşir ve ışıldarken transfer arayıp, “Günümü piç ettiniz, iki saattir burada sizi bekliyorum.” diye bağırıyor bana.
“İki saatmiş! Abartıyor kesinlikle.” diye düşünüp, “Tamam beş dakikaya oradayız.” diyip telefonu kapatıyorum.
Saate baktığımda fark ediyorum, gerçekten de sözleştiğimiz saatin üzerinden iki saatten biraz uzun zaman geçmiş. Koşa koşa otele gidip valizlerimizi alıyor ve transfer arabamıza biniyoruz.
Abi bizi çok uzun zaman beklediği için bize çok sinirli, her halinden ve hareketinden belli. Kafamız güzel, yolumuz uzun. Ayılmak istemiyoruz, o yüzden utanmazlık yapıyor, bir de Macrocenter’da durduruyoruz onu, bira ve prosecco alıyoruz.
Biralarımızı içerek Alaçatı’yı arkamızda bırakırken, tatilimizin kritiğini yapıyoruz. Bu planlanmış, üzerinde düşünülmüş bir tatil değildi. Bir akşam oturmuş saatlerce dedikodu yaptıktan sonra, ayrılmak için birbirimizi öperken “Alaçatı’ya mı gitsek?” diyerek yollara düşmüştük. Hiç bir rezervasyonumuz veya net planımız olmadan, çıkıp gelmiştik. Bu kadar harika günler geçirmemize vesile olacağını ikimiz de tahmin etmiyorduk.
“Çok iyi geldi be!” diyoruz, arka koltukta biralarımızı tokuştururken.
Sonra konu tabii ki yine erkeklere geliyor. Beach’teki prensesliğimizi sağlayan adamın beni instagram’dan sildiğini, teşekkür mesajıma da cevap vermediğini anlatıyorum. “Ben çok eğlenceli, kendinden emin bir adamla tanışmıştım. Sonraki günlerde de aynı şekilde davransaydı, şimdi sana ‘Hoş adam aslında, neden olmasın, İstanbul’da da bir yemek mi yesek?’ diyor olabilirdim. Fakat sonraki günlerde o kadar aksi ve keyifsiz bir adam gördüm ki karşımda, iyi ki öyle bir maceraya atılmaya kalkmamışım. Hiç bir şey yaşamadan bu hale geldiysek, diğer türlüsünü düşünemiyorum bile! Koskoca adam bir de, tripler filan gerek yok!” diyorum.
Kız arkadaşım da konu hakkında yorumlarını yaparken, şoför abi “Siz ne iş yapıyorsunuz? Haber spikeri gibi tane tane konuşuyorsunuz da.” diye araya giriyor.
Bizim kız formunda, “Sorma abi ya, biz hayatımızdaki adamlara tane tane laf anlatmaya çalışmaktan bu hale geldik. Koy bizi savaş meydanına, orada da böyle tane tane durum değerlendirmesi yaparız.”
Üçümüz birlikte kahkahalara boğuluyoruz. Sonra ilişki kritiklerimize şoför abi de katılıyor. Kahkahalar, şakalaşmalar, “Yakalım birer sigara daha!” derken, kafayı bir kaldırıyorum İzmir Körfez!!
“Eee biz İzmir’e gelmişiz!” diyorum. Oysa ki Teos’a gidecektik, sapağı kaçırmış, fazladan dünya kadar yol yapmışız!
Bu sefer abi başlıyor gülmeye, “Çok fenasınız siz ya, insanda akıl bırakmadınız ki! Hayatımda ilk defa başıma böyle bir şey geliyor.”
Tam gün batımı saati. Çekiyoruz arabayı manzaralı bir noktaya, açıyoruz kapıları. Zeynep Bastık’tan Felaket cover’i bangır bangır üçümüz yakıyoruz sigaraları. Keyfimize diyecek yok!
Tam o sırada, bir önceki günden gün doğumu (!?) eşlikçimden mesaj geliyor: “A LA RA KO ÇAK! Ne zaman dönüş?”
Kız arkadaşım “Sen kiminle mesajlaşıyorsun orada öyle yüzündeki o muzip gülümsemeyle?” diye soruyor. Bana ilgi gösteren ve macera vaadeden adamları seviyorum, yakışıklılarsa biraz daha çok!
Sonra mesajlaşmamız uzuyor, “Yeter artık, bırak o telefonu elinden.” aşamasına geliyoruz.
“Eee?” diye soruyor arkadaşım. “Eeesi yok, çok eğlendik, çok tatlı adam. Ama kıtlık psikolojisi yok artık. Her taraf harika adamlarla dolu. Onun bana ne sunacağına göre değişir devamı. Yoksa da çok eğlenceli bir gece ve gün geçirmemi sağlayan bir Alaçatı macerası olarak kalır.”
Otuz dakikalık yolu, üç saatte yapıyoruz. Kahkahalarla, neşelerle… “Valla günümü piç ettiniz, ama değdi. Bu güne kadar taşıdığım en güzel, en neşeli, en egosuz insanlarsınız siz.” diyor şoför abi.
Çünkü hayat eğlenince çok güzel! Senin ruh halin güzelse, Alaçatı – Teos transferi bile maceraya dönüşebiliyor.
Teos’ta harika bir gün geçirdikten sonra, İstanbul’a dönüyoruz. Daha eve bile ulaşmamışken çocukluk arkadaşım arıyor, “Hadi! Hunhar’dayız.” diyor. Eve valizimi bırakıp çıkıyorum, birkaç saat sonra kendimi Swissotel’in koridorlarında çıkış kapısını bulamayıp dans ederken ve kahkaha atmaktan çenem ağrırken buluyorum. Oradan hoop Klein’a bağlanıyoruz, İstanbul’a adım attığım gibi harika bir gece geçiriyorum.
Bolluk bereket sadece erkekler konusuyla sınırlı olmamalı, diye düşünüyorum. Eğlence, sevgi, arkadaşlık, para her konuda bu enerjiyi yaymalıyım.
Ertesi akşam, eski sevgilimin en yakın arkadaşlarından ve aynı zamanda ortaklarından birinin evindeyim. Böyle düşününce, durum aşırı absürd; ama birlikte çok vakit geçirdiğim, çok sevdiğim bir insan aynı zamanda. Bir buçuk yılımdaki bütün fırlamalıklarımın eşlikçisi, birlikte ölümden dönmüşlüğümüz bile var. Hayatımdaki adam gitti diye macera ortağımdan vazgeçecek değilim.
Onun balkonunda kadehlerimizi tokuşturuyor, sonra evde sabaha kadar dans ediyoruz. “Elli yaşımızda da bunu yapacağız değil mi?” diye soruyorum. “Deli misin, Tulum’da filan dans ediyor olacağız hatta.” diyor. Mutlulukla sarılıyorum ona.
Cuma gecesi, kız arkadaşlarımla Birdy Pera’da dans ediyoruz. Bir arkadaşım benim “kıtlık psikolojisi” olarak adlandırdığım bir tavır sergilediğinde, dans etmeyi bırakıp, ona yeni keşiflerimi anlatıyorum.
“Ben artık hiç bir duruma böyle yaklaşmayacağım. Adam sana ne vaad ediyor? Hiç bir şey vaad etmiyorsa, olasılık hesabına gerek yok. İstikarsız biçimde canı istediğinde ilgi gösteren adamları düşünmeye değmez, çünkü etraf çok tatlı ve çok keyifli adamlarla dolu.” diyerek vaazımı kapatıp, dans etmeye başlıyorum.
Tam o sırada yanımda bir yükselti hissediyorum. Kafayı bir çeviriyorum, yanımda çok uzun boylu gayet yakışıklı bir adam dikiliyor, gülümseyerek bana bakıyor. “Fazla uzunsun.” diyorum, kesinlikle anlamıyor. İngilizce’ye dönüyoruz, New York’tan gelmiş, adı Brain’mış. Yakışıklı bir adam, çok güzel gülüyor ve benim danslarıma inanılmaz uyum sergiliyor. Brain ile harika danslar yapmaya ve New York’u övmeye başlıyoruz.
Az önce “kıtlık psikolojisi” hakkında söylev çektiğim arkadaşım gülerek bizi izliyor: “Bu kadının gerçekten bir bildiği var.”
Gecenin devamında onun kırıttığı adamın evine davetliyiz. Adam “Gelirken içecek bir şeyler alır mısınız?” diye soruyor. Kız arkadaşım “Var mı yakınlarda alabileceğimiz bir yer?” diye bana dönüyor.
“Ne münasebet” diyorum, “Bitti artık o aşırı düşünceli kız sayfası, iki kız olarak gecenin bu vaktinde tekel mi arayacağız? Bizi evine çağırıyorsa ve Brain’ı burada bırakıp gideceksem, cin toniğimiz hazır olmalı.”
Kız arkadaşım birkaç saniye bana uyup sözümü dinlese mi dinlemese mi diye tereddütte kalıyor. Bir bana bakıyor, bir de benim boyuma inmek için squat yapmış halde benimle dans eden yakışıklı Brain’a ve sözümü dinlemeye karar veriyor.
Gerçekten eve gittiğimizde kapı cin toniklerle dolu bir tepsiyle açıyor. Kız arkadaşım gülerek bana bakıyor. Onu da ikna ettiğim kesin. Tepsiye uzanıp bardaklarımızı almadan önce, bakışarak anlaşıyoruz, gülüyoruz.