Mutluluğumuzu bir gün lavın altında kalacak, bir kasırgada yerle bir olacak, bir çikolata ya da şarap lekesiyle güzelliğini kaybedecek şeylere bağlamamamız gerektiğini savunan eski çağ filozofları ne kadar da haklı diye düşünmeden edemiyor insan.
Yukarıdaki cümle okumaya doyamadığım yazarlardan Alain De Botton’un Mutluluğun Mimarisi adlı kitabından.
Uzun bir süredir hafta içleri yoğun saatler çalışmam bir yana, hafta sonları da oradan oraya koşturup duruyordum. Çok keyifli zamanlar geçiriyordum o ayrı, ama yorulmuşum. Bu hafta sonu evde ve tek başımaydım. Canım ne zaman ne yapmak istiyorsa onu yaptım.“Şimdi ne gereği var?”, “Bu saatte olur mu?” gibi yargılarla kendi kendimi sınırlamadan…
Gece canım patates kızartması mı yemek istedi hazırladım, günün ortasında uyku beni davet mi etti o davete uydum,bir şeyle uğraşırken sevdiğim bir şarkı mı çaldı kalkıp dans ettim. Hiç alarm kurmadım, hiç plan yapmadım. Bir kere daha mutluluğun bir şeylere sahip olmaktan ziyade, canının istediğini yapmaya özgürlüğüne dayalı olduğunu hatırladım. Maddi bir sahiplikten ziyade, bireysel tercih özgürlüğü…
Paylaştığım anlık story’lere “Sen bu hafta çok iyisin.”, “Enerjin buraya kadar yayılıyor.”, “Bahar sana yaradı.” gibi çok tatlı yorumlar aldım. Aslında sanırım bana kendi başıma kalmak yarıyor. Bunu yapmayı ihmal ediyorum, ama haftada bir gün hiç bir plan yapmadan yalnız ve kendi başıma buyruk, yapılacaklar olmadan bir gün geçirmek belki de her zaman haftalık planlamamda yer açmam gereken bir şey.
Bu keyfi miskinliğimde bana eşlik eden kitapları da sizle paylaşmak istiyorum:

Mimariye karşı özel bir ilgim olmasa da, Alain de Botton’un mimarinin tarihi hakkında yazdığı Mutluluğun Mimarisi kitabını çok büyük bir keyifle okudum.
Kitap, çok keyifli benzetmeler ve birkaç dakika kapağını kapatıp hakkında düşündürtecek tespitlerle dolu. Bütün bunların yanısıra da mimarinin tarihçesine ilişkin pek çok şey öğreniyorsunuz. Bu kitabı okuduktan sonra, bütün binalara ve sanat eserlerine farklı bir gözle bakmaya başlayacağımdan eminim. En azından beğendiğim her binanın veya sanat eserinin karşısında kendime şu soruyu soracağım: “Bu benim hayatımda eksik olan neyi sembolize ediyor ki, bu kadar beğendim?”
Kitaptan en sevdiğim cümleler:
- Belki de en sıkıntılı, sorunlu dönemlerimizde güzel nesnelerden daha fazla etkileniyoruz. Böyle zamanlarda mimari yapıları ve sanat yapıtlarını farklı bir gözle görmeye başlıyoruz çünkü onların yansıttığı ideal özelliklere daha fazla açlık duyuyoruz. Düzenli bir hayat yaşayan, kafası rahat insanlar örneğin pek fazla etkilenmiyor duvarları ve zemini güneş ışığı ile aydınmış tertemiz boş bir odadan.
- Kişisel olarak bizde, daha genel olarak da içinde bulunduğumuz toplumda eksik olduğunu düşündüğümüz nitelikleri taşıyan nesneleri güzel buluruz. Bizi korkularımızdan uzaklaştıran, özlem duyduklarımıza yakınlaştıran, sahip olamadığımız erdemleri gereği kadar yansıtabilen üslupları yeğleriz. Yaşam içinde dengemizi, sağduyumuzu yitirmemiz an meselesidir. Sıkıntı ve heyecan, mantık ve hayal gücü, basitlik ve karmaşıklık, güvenlik ve tehlike, sadelik ve lüks gibi zıt kutuplar arasında bir uçtan öteki uca savrulmamız çok kolaydır. Sanata da bu kadar gereksinim duymamız da bu yüzdendir.
- Güzel bir şey görür görmez ona sahip olmak isteriz ama belki de asıl istediğimiz ona değil, onun taşıdığı özelliklere sahip olmaktır. Bizim asıl arzuladığımız, güzellikleri ile bizi duygulandıran nesne ve mekanlara fiziksel olarak sahip olmaktan çok, onlara benzemektir.
- Bizim güzel bulmadığımız bir nesneyi çok güzel bulan birini görünce kendimize hemen şu soruyu sormalıyız: Bu insanın yaşamında ne eksik ki o böyle bir nesneyi güzel buluyor? Evet, belki biz o nesneyi hiç bir zaman güzel bulmayacağız ama bu soruyu sorarsak en azından karşımızdaki insanın nelerden yoksun olduğunu anlarız.
- Kuşaklar boyu, mimari prensipler mimarların hayal güçlerini diledikleri gibi kullanmasına engel olmuş, onları kısıtlı sayıdaki belli malzeme ve formları kullanmaya mahkum etmiş; kısacası tıpkı evlilikte olduğu gibi, kendini dizginlemenin büyük manevi tatmin getireceği anlayışı yüzünden mimarların seçenekleri yok denilecek kadar azalmıştır.
- Tehlikenin aniden belirebileceği olasılığını hiç aklımıza getirmezsek güvende olmanın keyfini süremeyiz. Güzellik söz konusu olduğunda da aynı kural geçerlidir. Ancak karmaşa ile flört eden binalara bakınca anlarız çevremizdekileri düzene koyma kapasitemize ne kadar çok şey borçlu olduğumuzu.
- Kötü mimari yapılar ortaya koymak ile yanlış insanlarla evlenmek, kendimize uygun olmayan bir meslek seçmek, kötü bir tatil planı yapmak arasında fazlaca fark yoktur. Bütün bunlara yol açan, kim olduğumuzu ve bizi neyin memnun ettiğini anlama konusundaki yeteneksizliğimizdir.

Bir diğer okuduğum kitap da sırf adına vurulduğum için aldığım Cevapsız Ağrı oldu. Şiirlerde kendimi bulabileceğim kadar büyük hislerim yok sanırım bu günlerde. Ayrıca genel üslubu da benim için biraz fazla karamsar ve depresif. Daha önce hiç rastlamadığım ,, (çift virgül) şeklinde tuhaf noktalama işaretleri içeren bir kuralsızlıkla yazılmış şiirlerden oluşuyor bu kitap.
Hiç bir şiiri baştan aşağı değil, ancak bazı dizeleri çok sevdim:
- Kızamadığım bir hayatın düşüşüyle uyuyan ben, en sıradan kelimelerle sana geri döndüm.
- Vedalar için yeterli sayıda kapılar vardı nasıl olsa. alıştığımız ayrılıklardan bize kalanlar… bizi tanıyan kapılar.
- Yarım kalan şiiri tamamla öp beni
- Yeni aşklar bulamadık, yeni kelimeler bulduk
- Camlar avuçlarımızda parçalanırken kanımızı sakin sakin izlerdik, kırılışların zaferiydi bizi avutan, bu yüzden ağlarken dünyanın en güzel kadınıydım.
- Anlatılamayanın peşindeyim. rastlanmayan ve ne olduğunu bilmediğim soruların.
Keyifle ve okuyarak kalın!
Ahh!! Umay Umay 🙂
BeğenBeğen