Babam, yıllarca kendi bürosunda kullandığı, çok değerli bir ağaçtan yapılmış el yapımı kıymetli çalışma masasını, mimarlık bürosunu kapattığında benim için saklamaya karar vermişti. Bir gün kendi hukuk büromu açtığımda o masayı kullanacağıma inanıyordu.
Ben o masayı çok beğenmekle birlikte, kendi hukuk büromu açmak gibi bir planım olmadığından hiç sahiplenmemiştim. Ne tuhaf, aradan uzun yıllar geçtikten sonra Covid nedeniyle evlerden çalışmaya başladığımızda, home office Adana şubem oldu o masa ve çalışma odası… Belki de her şey olması gerektiği gibi oluyor, tastamam planladığımıza uymasa da…
Cuma gününü o meşhur masada çalışarak geçiriyorum. Bir yazı hazırlamam lazım. Çok kıvamında bir üsluplu olması gerekiyor, ne kışkırtıcı olmalı, ne de çok yumuşak. Bir noktada tıkanıyorum. Yazıyorum, yazıyorum, siliyorum. Bir türlü sonunu bağlayamıyorum.
Malum mekanlar da 19:00’da kapanıyor, babam o saatten önce beni işin başından kaldırıp kebapçıya götürmeye kararlı. “Ben sana bir kahve yapayım.” diyor. Kahvenin yanında bir shot bardağı geliyor. Bu ne diye soruyorum. “Sihirli bir şey içer içmez bitireceksin o yazıyı.” İyi madem diyerek kafaya dikmemle şenlenmem bir oluyor. Kumkuattan limoncello yapmış ve gerçekten muhteşem bir lezzetli bir şey çıkmış ortaya.

Yazı bitiyor, ben kendimi Hadırlı Özel Restorant‘ta buluyorum. Tahinli salata tam kıvamında, kebap leziz. Adana’ya ayak bastığımın farkına ancak o zaman varıyorum.
En son kebapçıda oturup kebap yediğimde aylardan ekimdi, ne çok olmuş. “Restoranlar kapalıyken, Adana’da eve söylenen dürümleri kebaptan saymıyor musun?” diye takılıyorlar bana. Kebap başka, dürüm başka canım.
Özlemle abartıp gereğinden fazla yememle, haftanın yorgunluğu birleşiyor; oldukça sakin yatay pozisyonda bir cuma gecesi geçiriyorum. Adana’ya gitmek benim için uzun yıllardır bu demek zaten. Aile ile vakit geçirmek, bol bol et tüketmek, yavaş, uslu, sakin günler geçirmek…
O sırada henüz bilmiyorum ki, işin rengi çok değişecek.
Cumartesi günü akşamüstü eski bir iş arkadaşımla akşamüstü 5 Ocak‘ta buluşmak üzere sözleşiyoruz. Adanalı herkesin favori kebapçısı başkadır. Ben hiç bir zaman 5 Ocak’ın kebabını bir numarama koymadm, ama şehirde lokasyonu en iyi kebapçı olduğu net.
Buluşacağım arkadaşımla ikimiz de Adanalıyız, ama çok tuhaf tesadüfler silsilesi sonucunda İstanbul’da aynı şirkette çalışırken tanıştık. Uzun zamandır kesişememenin acısını memleketimizde kebap sofrasında çıkartmak üzere planımızı yapıyoruz.

Öncesinde doktoruma uğruyorum. O sırada arkadaşım arıyor, “Ben geldim.” diyor. “Bana çiğ köfte ve pastırmalı humus söyler misin?” diyorum. Doktorum kahkahalarla gülüyor, “Gözünün kenarında botoks iğnesi batırılmış halde çiğ köfte siparişi verene daha önce hiç denk gelmemiştim.” diye. Adana’da her yere beş dakikada ulaşabilmenin konforu ile çok geç kalmadan masadaki yerimi alıyorum.
Herkesin Ziyapaşa çevresinde olduğu harika bir gün. Önce benim liseden çok yakın bir arkadaşım uğruyor yanımıza, veterinerden eve geçmeden önce. Sonra arkadaşımın arkadaşları…
Kebapçıdan Pero‘ya bağlanıyoruz. Bir yıl kadar önce açılmış Pero ve bu kadar geç keşfettiğim için üzüleceğim kadar güzel bir mekan. Bir apartmanın arka tarafında konumlanmış. Bar, bahçeyle iç kısmı birbirine bağlıyor. Uzun zamandır dinlemediğimiz ve özlediğimiz Türkçe pop şarkılar çalıyor, ekip çok tatlı, salatalık Hendricks her zaman çok lezzetli.
Cinler ardı ardına devrilirken, herkes covid dönemindeki skandal date hikayelerini anlatıyor. Sohbet o kadar keyifli akıyor ki, saat 19:00 olduğunda kimsenin ayrılası gelmiyor. Evi en yakın olanın evinde aynen devam ediliyor geceye. Aramızdaki spor hocasına bir Yunan tanrısı adı verip, sehpaların üzerinde üstsüz dans ettirme kıvamından, baygın koltuklara serilme kıvamına geçene kadar, hiç birimizin bütün detaylarını net biçimde hatırlamadığı ama herkesin çok güldüğünden emin olduğu sekiz dokuz saat devriliyor.
Sabah telefonumun çalması ile uyanıyorum. Adana’nın meşhur pazar sabahı rakısı için planımız var. Ve benim aslında geceyi kendi evimde geçirmiş olmam gerekiyordu.
İki saatlik uyku ile, bir ayağım çoraplı, diğer ayağım çorapsız evden çıkıyorum. Adana’dan beklemediğim performansta bir gece.

Vee hoop Küçüksaat’e gidiliyor. Rakı festivali yasaklanınca, Adanalılar çözümü şahane bulmuş; senede bir gün değil, her pazar sabahı bir rakı festivali yapıyorlar. Sokağa girdiğimde gözlerime inanamıyorum. Saat daha sabahın 8:00’i, sokaklardaki tezgahların üzerinde soğanlar tıkır tıkır kıyılırken, ateşte ciğerler dönüyor. Masalarda herkesin önünde rakı.
“Bir saat sonra burada oturacak yer bulunmuyor.” dediklerinde inanasım gelmiyor, çünkü bütün esnaf dükkanlarının önüne masalar dizilmiş. Nitekim de inanmadığımı kendi gözlerimle görüyorum. Az sonra çaresizce boş yer arayan kişiler gezinmeye başlıyor ortalıkta.
Çok uzun zamandır görmediğim çocukluk arkadaşım, onun anne, babası, benim annem, babam upuzun bir masada ciğerli rakılı kahkahalı kahvaltı ediyoruz. Bu sırada İstanbul’da sokağa çıkmanın da yasak olmasının da etkisiyle, çektiğim videolar ile yer yerinden oynuyor. Herkes şaşkın; “Sabah rakı mı içiyor herkes?” ile “Sokağa çıkmak yasak değil mi ya?” tepkileri arasında gidip geliyor.
Sabah festivalimiz sonra erince eve geçiyorum, günün geri kalanını sakin geçirmeye niyetliyim. Ama Adana hızlı, yavaşlamaya izin vermiyor. Her görüştüğümde birlikte çok eğlendiğim bir arkadaşım Pero’dan fotoğraf yolluyor, “Çabuk gel.”
Saate bakıyorum, uçağım gece 22:00’de. Daha epeyce zamanım var. Rahat rahat gider, vakit geçirir, geri gelip valizimi toplarım, diyerek evden çıkıyorum. Az sonra Pero’nun barında oturmuş, “Ah bir joker bu ele ne zaman vereceksin?” diye şarkı söylüyorum. Hava şahane, müzikler çok güzel. Bizim çocukların arka masaya shot yollaması ve “Her zaman iş yapar.” demesinin sonuçlarını gözlemlemek ve çapkınlık hikayelerini dinlemek çok keyifli.
O anda Pero bana, Kaş’taki No11’in hissini veriyor. Kaş’ta kim varsa, akşam No11’de göreceğini bilirsin, hiç plan yapmana gerek yoktur. Kaş’ta olan bütün tanıdıklarınla orada akşam karşılaşırsın. Pero da aynısını Adana’da yaşatıyor.
Bir önceki gün tanıştığım kişilerden, aslında yüz yüze hiç tanışmayıp ortak bir arkadaşımın canlı yayınından sima olarak tanıdıklarıma; yıllardır hiç görüşmediğim arkadaşlarımdan, İstanbul’da Teşvikiye’deki mahalle barından tanıdıklarıma kadar herkes orada. Zaten mekandaki tanımadığım kişiler de tanıdıklarımın arkadaşları olduğu için, hiç kimsenin yabancı olmadığı çok samimi bir ortam var.
Birbirinden hiç bir beklentisi olmayan, birbirinin tipi olmadığından emin olan bir kadın ile erkeğin sohbetinin her zaman farklı bir güzelliği olduğuna inanırım. İlerleyen saatlerde, benim için öyle olan biri de katılıyor aramıza. Bir kenarda fısır fısır dedikodu yapmaya başlıyoruz. Kafası güzel olanların bunu flörtleşme olarak yorumlamasına bile bütün rahatlığımız ile yaklaşıyoruz. “Aşkımmm sen de sabah uçağı ile geliyorsun değil mi yanıma, sendeki kıyafetlerimi de unutma.” cümleleri ile ortalığı kızıştırıp çok eğleniyoruz.
Danslar, şakalaşmalar, takılmalar derken, “Adana’da yaşasam kesin buranın müdavimi olurdum” diye düşünüyorum. Mekanı kapatıp kalkıyoruz, elimde bir bira şişesi ile yürüyorum. Yanımdaki arkadaşım elimden alıyor onu “İçeceğin zaman söyle, veririm sana, elinde şişe ile yürüme.” Adanalı olmama rağmen, her seferinde bu tavırlara hem şaşırıyorum, hem bayılıyorum.
Eve, uçağımın kalkmasına 45 dakika kala, rakı ile başlayıp, bira ile devam etmiş, araya shotlar almış ve düzgün yürüyemez halde dönüyorum. Kendimi evin serseri kızı gibi hissediyorum. Alelacele her şeyimi valize sıkıştırıp, havalimanının yolunu tutuyorum. O sırada telefonuma mesaj geliyor, şüpheli bir varlık gibi koltuğun üzerinde kaktüslü bir çorabın fotoğrafı. Sabah bulamadığım çorabımın teki. Hem fotoğrafa, hem de ola ki Covid olursam bile, bir kasa Don Perignon gönderilerek keyfimin garantileneceği sözüne kahkahalarla gülüyorum.

Eskiden İstanbul’da hafta sonu planları o kadar güzel, hayat o kadar tatlı olurdu ki, Adana’ya gideceğim zamanlarda bile en azından cuma gecesini İstanbul’da geçirmeye çalışırdım.
Son zamanlarda ise Adana’da İstanbul’dan daha hızlı geçiyor haftasonlarım. Bir önceki gelişimde de evden “Ben bir iki saate geri dönerim.” diyerek çıkmıştım. Otuz saat sonra babamın “Benim bir kızım vardı, kayıp.” telefonu ile çılgın partilemiş ve gerçekten çok eğlenmiş olarak geri dönmüştüm.
Bütün kurtlarımı dökmüş olmanın, hafta sonu gibi hafta sonu geçirmiş olmanın keyfiyle İstanbul’a dönüyorum. Aklımın bir kenarında en kısa zamanda yeniden gitme planı ile…