Evim ve işim İstanbul’da olmasına rağmen, İstanbul’da bir haftadan uzun kalmayı yadırgadığımı fark ettim.
Bundan yıllar önceydi. İstanbul’da her gün şirkete giderek 08:00 – 17:00 çalıştığım bir işim vardı, MBA yüksek lisansı yapıyordum aynı zamanda. Bütün bunların arasına nasıl sıkıştırdığımı şimdi düşününce anlayamıyorum ama oldukça aktif de bir gece hayatım vardı. Ev partileri, bütün yeni açılan restoranları denemeler, clublarda uzun geceler… Ayda bir kaç kere de seyahate çıkıyordum mutlaka.
O dönemler çok heyecanlı olduğum bir seyahat planımı anlatırken babam “Kızım sen ne zaman yerleşik hayata geçeceksin?” diye isyan etmişti. Yerleşik hayata geçmenin ne demek olduğu konusunda epey tartışmıştık o gün. Bana göre İstanbul’da bir işim ve evim olduğundan dolayı İstanbul’da zaten yerleşik bir hayatım vardı. Ona göre, bir sene içinde yirmi kere yurtdışına seyahat edip, o evde bir hafta sonu bile oturmuyorsam, evime tek bir eşya almıyor ve otel gibi kullanıp, düzenli veya temiz olmasını bile umursamıyorsam bu bir yerleşik hayat sayılmazdı.
O günden beri hayatımda çok şey değişti. Çok daha fazla sorumluluk almamı gerektiren bir işte çalışmaya başladım. Bu, beni nispeten daha sakin ve düzenli yaşamaya itti. Dikkatimin dağınık olmaması gerekiyordu -çünkü yaptığım işlere benden sonra bakan ikinci bir göz yoktu. Her şeyin olabilecek en iyi şekilde çıkması benim sorumluluğumdaydı. Ayrıca “Amaaan bugün yoruldum, yeter bu kadar.” diyemeyeceğim kadar çok sayıda ve acil işlerim vardı. Bunun üzerine bir de Covid salgını başlayınca, evimde gerçekten yaşamaya başladım. Evde Kal Günlükleri serisinde anlattığım sakin ve keşiflerimi kendi içimde yaptığım dönemi yaşadım.
O aşırı korktuğumuz, markete bile gitmediğimiz, marketten aldıklarımızı yıkadığımız aşırı panik ilk dönem bittiğinden beri, yani geçen sene haziran ayından beri, mesafeli çalışmanın hazzını sonuna kadar sürüyorum. Evet yurtdışına, hiç bilmediğim topraklara seyahat etmiyorum; ama Türkiye içindeki gidişlerimi bir hafta sonuna sığdırma çabasına girmeden, gittiğim yerlerde uzun uzun kalıyorum. Mayıs ayı boyunca Teos’tan çalıştım mesela.
İstanbul’a geleli üç haftaya yakın zaman oldu. Tuhaf bir şekilde “Çok uzun kaldım.” diye düşünüyorum.

İstanbul, yalnızca acil işler, merak edilen mekanlar veya özlenen arkadaşlar için gelinip sonra gidilmesi gereken bir yermiş gibi kodlandı bana artık. Farklı şekilde yaşamanın güzelliğini keşfettim. Teos’tayken yoğun ve gergin bir iş günü geçirdiğimde, gün batımında sahile gidip, çıplak ayakla yarım saatlik bir yürüyüş yapıp dönmenin verdiği rahatlama hissini arıyorum. İstanbul’da bir kahve veya bira molası vermek, asla aynısını hissettirmiyor.
Diğer yandan sabit biçimde daha sakin bir yerde, bir Ege kasabasında filan yaşamayı da aynı şekilde kısıtlayıcı buluyorum. Elif Şafak’ın bir benzetmesiydi sanırım: Pergele benzetmişti, ben pergelimin iğnesinin İstanbul’da olmasını ama gezindiğim çemberin geniş olmasını arzuluyorum artık hayatımda. “Mesafeli çalışmanın mümkün ve çok verimli olduğunu keşfetmişken, neden kendimizi yalnızca tek bir şehirle sınırlayalım ki?” diye düşünüyorum.
Hayatımda böyle bir kurgunun peşindeyim bu günlerde.
İnsanın hayatının da bir ritmi olduğuna inanıyorum. Bazı dönemler oluyor, gezmek tozmak istiyor. Bazı dönemler oluyor, daha yavaş bir akışa ihtiyacı oluyor. Bazen kalabalık özlüyor, bazen bir başına kalmayı. Ben hayatımda sabit ve profesyonel bir işim varken, ruhumun ritmine uygun yaşayabilmeyi arzuluyorum. Gerçek zenginliğin bu olduğuna karar verdim.
Daha iyi bir hayatın, daha çok şeye, en havalı kıyafetlere, en güzel eve sahip olmak olmadığından artık oldukça eminim. Hatta sahip olduğum eşyaları azalma peşine düştüm. Mushaboom Dükkan‘ı da instagram’a taşıdım. Giydiğim her şeyi, yıkandıktan sonra dolaba kaldırmak yerine Mushaboom Dükkan’a yüklüyorum. Daha göçebe olabilecek bir esnekliği bana sağlayacak azlığa kavuşmayı umuyorum.
İstanbul’a gelince tuhaf bir şekilde insan o hıza, o koşturmaya otomatikman alışıyor. Geleli üç haftayı devirmişim. Sabahları uyanıp elime kahvemi alıp bilgisayar başına oturuyorum. Yetişmem gereken bir toplantı yoksa, bilgisayar başından kalktığımda, çoktan gün bitmiş oluyor. Hiç bir şey yemediğimi hatırlıyorum. Teos’ta yoluna koyduğum beslenme ve uyku düzenim bozuldu. Toprak elementi yogamı da yirminci gününde, tam yarısında, bıraktım.
Neyse ki restoranlar açıldı da, biraz sosyalleşmeye, “Akşam için planım var, toplantıyı biraz erkene çekebilir miyiz?” gibi cümleler kurmaya başladım. Harika keşiflerimi ayrıca sizle paylaşacağım.
Geride kalan bir yıla baktığımda, saatin kaç olduğundan ve hangi günde olduğumuzdan bağımsız her şeyden önce işim geldi. Diğer her şey ondan arta kalan zamanlardan nasibini aldı. İşimi içtenlikle seviyorum; ama iş yüzünden kendimi ihmal etmediğim bir düzen kurmamın da artık zamanının geldiğini düşünüyorum.
Kendinizi severek ve gerçekten ihtiyaç duyduklarınızı görerek kalın!
“İstanbul’da geçen günlerden notlar” üzerine 2 yorum