Bir kere daha istikamet San Francısco!

San Francisco’ya ilk defa yolum bundan on beş yıl kadar önce düşmüştü. (Huh, zamanın akış hızı, yılları böyle sayıya vurunca korkutucu oluyor gerçekten.) Üniversite öğrencisiydik, o zamanlar çok popüler olan work&travel programı ile dört kız çalışmak için Los Angeles’a gitmiştik. Hepimizin ilk defa Amerika’ya, hatta ilk defa o kadar uzak bir istikamete gidişiydi. Dört ay boyunca Los Angeles’ta müthiş bir roller coster parkı olan Six Flags’te aylarca çalışmıştık, hepimizin de hayatındaki ilk iş deneyimi bu olmuştu.

Elbette bir çok terslikler ve zorluklar yaşamıştık; yine de keyifli maceralarımız başa çıkmak zorunda kaldığımız tersliklerden kat be kat fazla olmuştu. İş yerinde yaşanabilecek problemlerle başa çıkmayı da, beş kuruş parasız kalmayı da, eve dönemeyip sahilde uyumayı da hayatımızda ilk defa orada deneyimlemiştik.

Diğer yandan Meksika’dan Las Vegas’a bugün maddi açıdan ve o kadar uzun bir tatil ayarlamak açısından oldukça zorlayıcı olabilecek pek çok seyahati, Los Angeles’ta yerleşikken oldukça kolay biçimde yapmış, Amerika’nın o taraflarını baştan başa fethetmiştik. Sonraki yıllarda bizim work&travel maceralarımız dilden dile anlatıldı, her zaman en eğlenceli ve şanslı ekiplerden biri olarak anıldık. Özellikle bir taşınma sırasında, bizim dört kız önden ellerimizde kahve bardaklarımızla yürürken, zenci arkadaşlarımızın ellerinde çamaşır suyu dolu leğenlerinleri ile otel lobisine giriş yapması, work&travel efsanelerinden biri olarak kayıtlarda kaldı. (Çünkü iş yerinde beyaz çorap giyiyorduk, onlar kirlendiği için bir leğen ve çamaşır suyu almış, kirlenen beyaz çoraplarımızı bunun içine atıyorduk. Sonra gezmekten tozmaktan kimsenin o çorapları durulayıp kurulamaya vakti olmuyordu. Yaşadığımız evi boşaltan arkadaşlarımız onun ne olduğunu anlayamadan, onu da eşyalarımızla birlikte alıp otele getirmişti. 🙂 )

Türkiye’ye dönmeden önce o taraflarda görmediğimiz tek eksik kalan şehir San Francisco’yu da görmek istemiştik. O zamanlar şimdiki gibi elimizde akıllı telefonlar yoktu. Araba kiralarken GPS almak için de günlük bir ücret ödemek gerekiyordu ve bu konuda her zaman cimriydik. Elimizde kağıt haritalar ile yönü bulmaya çalışarak ve gittiğimiz yerlerde rastgele bir otelde konaklayarak seyahat ediyorduk. San Francisco’da bu alışkanlıklarımızın hiç biri işe yaramamıştı; gittiğimiz otellerin hepsi dolu olduğu için sonunda bütün paramızı o zamanki standartımızın çok üzerindeki lükslükte bir otele vermek zorunda kalmıştık. Hava Los Angeles’a kıyasla çok soğuk olduğu için kendimize daha kalın kıyafetler de aldığımızda paramızın sonuna gelmiştik. Kağıt harita okurken yaptığımız hatalar yüzünden saatlerce yanlış yönlere yol alıp, bizim için çok masraflı ve çok az keşifli bir San Francisco ziyareti yapmış; Los Angeles’tan Türkiye’ye dönüş uçağımızı çok ucu ucuna yakalayabilmiştik.

Aklımda o zamanki San Francisco seyahatimden kalan iki şey var: Alcatraz Adası ve rüzgarı. Bir de yolculuk boyunca sürekli dinlediğimiz şarkı: Are you gonna be my girl – Jet.

Aradan yıllar geçtikten sonra bir adamın peşinden kalkıp San Francisco’ya gitmemi benim blogumu uzun süredir okuyan herkes hatırlar sanırım. Çok heyecanlı ve keyifli bir hikayeydi. O gidişimde San Francisco’da oldukça az zaman geçirmiş, daha çok civarı (Napa, Carmel, Monterey, Big Sur) gezmiş, müthiş yerlerde konaklamış, night spa gibi aklı baştan alan deneyimler peşinde koşmuştuk. San Francisco’da geçirdiğimiz günlerde daha çok oranın yerlisi gibi takılmış, daha çok gece hayatı ve DJ’ler odaklı gezmiştik.

Sonraki yıllarda hayatıma giren bütün adamların iş sebebiyle San Francisco’ya gitmesi inanılmaz bir tesadüf oldu. Bu durum arkadaşlarım arasında büyük bir espriye dönüştü: “San Francisco’da iş yapmak isteyen Sezen’e yakın olsun.” ile “Acaba San Francisco seni çağırıyor da senin haberin yok mu?” diye takılıp duruyorlardı bana. Derken çok yakınımdaki bir adam daha San Francisco’ya taşındı: Kardeşim.

Bir kere daha San Francisco’ya yolumun düşmesinin sebebi de böylece erkek kardeşim oldu. Uzun yıllardır Montana’da yaşıyordu ve ben sürekli “tek uçuşla ulaşılabilen” bir yere taşınmasını diliyordum. Sonunda hem o çok istediği bir işe girdi, hem de tek uçuşla ulaşılabilen San Francisco’ya taşındı. Ancak Covid salgını patladığı için biz onun yanına bir türlü gidemedik. Onu o kadar uzun zamandır görmemiştik ve özlemiştik ki, hazır ortalık biraz sakinleşmiş, aşılarımız yapılmış ve kısıtlamalar azalmışken “Hadi!” dedik.

Ve böylece yollara düştük, keşfettiklerimizden ve gözlemlerimden elbette uzun uzun bahsedeceğim. Ama önden Covid döneminde uzun yolculuk yapmak ve San Francisco’ya seyahat hakkında genel notlarım ile başlayalım.

  • Amerika yalnızca Biontech’i aşıdan sayıyor, Sinovac yaptıranları aşılı kabul etmiyor. Çift aşı yaptırmadıysanız Amerika’ya gitmeyi aklınızdan bile geçirmeyin. Her restoran ve mekanın girişinde aşı karneniz ve kimliğiniz kontrol ediliyor.
  • Ülkeye ve uçuşa kabul edilebilmeniz için, yalnızca çift aşı yaptırmanız da yeterli değil. Son 72 saat içinde alınmış, bazı özel kriterleri olan bir PCR test sonucu da ibraz etmeniz şart. Ben test peşinde koşarken herkes “Aşı kartın var, gerek yok teste. Niye test yaptırıyorsun ki?” gibi bilmiş açıklamalarda bulunduysa da, bu Amerika açısından yanlış bilgi. Dolayısıyla Amerika’ya gitmenin daha havalimanına ayak basıp, yurtdışı çıkış pulu almadan önceki bir maliyeti var.
  • Dönüşte ise THY check-in bankosundakiler bizi oldukça yanlış yönlendirerek bir “Yurda giriş belgesi” almamız gerektiğinde ısrarcı oldular. Hayat Eve Sığar üzerinden upuzun bir form doldurduktan sonra aldığımız yurda giriş belgesi ise aslında HES kodu barkodumuzun ve numarasının aynısıydı. Gereksiz bir panik ve uğraşı içine girmiş olduk.
  • Duty free’lerde en büyük eğlencemiz her zaman makyaj malzemelerini denemek olurdu. Asla satın almayacağımız renkte rimeller sürer, aşırı makyajlar yapıp eğlenirdik. Covid nedeniyle duty free’lerde hiç bir tester yok. Jack Daniels’ın kutu Lynchberglerine ise bayıldık.
  • İstanbul – San Francisco direk uçuşu yaklaşık 13 saat sürüyor. Bu süre boyunca maskenizi yemek ve içmek dışında çıkarttığınızda, uyurken filan, anında hostesler tarafından uyarılıyorsunuz. İlk saatlerde maskeli oturmak ve daha saatlerce maskeli oturacağını bilmek oldukça bunaltıcı oluyor, ama alışılıyor.
  • Amerika’ya giderken aşı karnesinin yanı sıra PCR testi istendiği için ben yolculukta kendimi oldukça güvenli hissettim. Dönüşte ise Türkiye’nin böyle bir talebi olmadığı için yalnızca aşı kart yetiyor. Dönüş yolculuğunda bu yüzden daha tedirgin geldiğimi itiraf etmeliyim.
  • THY ile uçmamıza rağmen, çok az Türk yolcu vardı uçakta hem gidişte hem de dönüşte. Türklerin çok daha az Amerika seyahati yaptığı sonucuna vardık bundan. Ruslar, Pakistanlılar ve Amerikalılar asıl baskın yolcu topluluğu.
  • Şu anda pek çok yeni fikir, çok kazanan şirketler ve hayatımızı değiştiren buluşların çıkış noktası San Francisco, dolayısıyla çok fazla süper yetenek orada yaşıyor, oldukça güzel paralar kazanıyorlar. Yaşanabilir bir yerde, bir oda (ev demiyorum, oda) kiralamanın bedeli 1.500 dolardan başlıyor. Dolayısıyla San Francisco pahalı bir şehir. Dolar kurunun geldiği son noktada, San Francisco seyahati gerçekten oldukça pahalı bir seyahat. Çok lükse kaçmadan, ekonomi sınıfı direkt uçarsanız, iyi bir otelde kalıp her öğünümüzde dışarıda canımızın istediğini yiyip içelim derseniz ve Uber ile yolculuk yaparsanız – alışverişleri hariç tuttuğunuzda bir hafta San Francisco’da turist olmanın maliyeti kişi başı yaklaşık bir buçuk yıllık asgari ücrete denk geliyor. Dolayısıyla konsept erkek kardeşimi ziyaret etmek olmasaydı, ben bir San Francisco seyahati yapmayı tercih etmezdim.
  • Uçakta bir kadının tamamen aptalca bir hareketle elimi kapıya sıkıştırması üzerine, ben gidiş uçuşumun yarısını elim buzlu torbada geçirmek zorunda kaldım. Kadının benden özür dilemeyi reddetmesi üzerine de kadını tuvaletin içine sıkıştırıp, özür dileyene kadar çıkmasına izin vermediğimde, hosteslerin paniği de inanılmazdı. Olası bir şikayet halinde hepimizin oldukça uzun saatler soruşturmada kalması gerekiyormuş – bunu öğrenmiş olduk. 🙂

Amerika’ya filan gidesim yok, bu bilgilerden bana ne diyenlere de uçuş boyunca izlediğim filmlerden en sevdiklerimi buraya not olarak bırakayım.

Ford v. Ferrari, gerçekten sürükleyici, muhteşem heyecanlı bir film. Yolculuk boyunca en soluksuz izlediğim film o oldu. Hollywood klasiklerinden olan Casablanca’yı daha önce izlemeye fırsat bulamamıştım. Oldukça eski siyah beyaz bir film olmasına rağmen, çok güzel bir aşk hikayesi anlatıyor, hepsi birbirinin aynısı romantik komedilerden sıkılanlara tavsiye ederim. Once Upon A Time ise, Tarantino filmlerini pek sevmesem de, Brad Pitt ile Leonardo DiCaprio’nun birlikte olması nedeniyle göz gönül açıyor.

Keyfile ve keşfederek kalın!

Bir kere daha istikamet San Francısco!” üzerine 2 yorum

  1. handan dedi ki:

    “zorba’lik yaptın yani. kadının özür dilememesi onun tercihidir, senin onu tuvalette sıkıştırman ise kesinlikle zorbalık. umarım kadın dava açmaz da donuna kadar almaz, sezen;) çünkü birinde şiddet yok, kadın özür dilemiyor, diğerinde sen zorbalık yapıyorsun. bol şans;)

    Beğen

    • Sezen dedi ki:

      hahaha yok daha neler 🙂 bence her şey nasıl anlamak istediğine göre değişiyor. bir yazıda kimin neye takıldığı ve yaklaşımı da bana hep çok ilginç geliyor. kaldı ki temasım dahi olmadı kendisine, uçuş kuralına uymadığı için fiziksel zarar gören ise bendim. olası bir şikayette haklı çıkardım ama hayat onunla uğraşmak için çok kısa. ayrıca yaa handanım bu şahane tatilimde takıla takıla ona mı takıldın, zorbaysam da zorbaydım, olur öyle arada hayat güzel be, ben onun üzerine çok güldüm çok eğlendim.

      Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s