Yoğun bir iş temposu, karışık bir ülke gündemi, sevimsiz bir hava bir arada üzerime üzerime gelmeye başlayınca, her zaman yaptığım şeyi yapıyorum: Kaçıyorum. Cuma günü, minik bir çanta toplayarak Adana’nın yolunu tutuyorum. Adana’ya ayak bastığım anda hayatımdan ilk çıkan şey mont oluyor, tekrar İstanbul’a dönene kadar da güneşli ve yirmi derecelerde bir hava eşlik ediyor bana bir kaç gün boyunca. Mont ile birlikte, ulaşım derdi, taksi bulma zorluğu ve her türlü kaygı da gündemimden uçup gidiyor.

Adana’ya ayak bastığım anda babamla buluşuyoruz ve o andan itibaren tek derdim ne yiyeceğime karar vermek oluyor: “52’de tava mı yesek, kebap mı?”, “Bugün öğlen Tarsus’a gidip lahmacun mu yesek, Mersin’de balık mı?”
Birkaç gün boyunca gündüzleri evde çalışıyorum, sonra hem çok sevdiğim eski arkadaşlarımla görüşüyorum, hem de bir arkadaşımın İstanbul’dan gelmiş matrak arkadaşları ile kahkahalı saatler geçiriyorum. Şehir küçük, bankamatikten para çekerken yolda tesadüfi karşılaşmalarla beş kişilik bir ekibe dönüşmüş şerefe yaparken de bulabiliyorsun kendini, hiç ummadığın bir anda seni engellemiş bir adamla burun buruna da gelebiliyorsun.
Adana’ya her seferinde “Çok yoruldum, gidip biraz sakin vakit geçirip dinleneyim.” diye gidiyorum. Sonra o şehir bana hep sürprizler veriyor. “Çok geç kalmam ya.” diye evden çıkıp, sabah 6:30’da geri döndüğüm ve şaşkınlıkla beni karşılayan babama “Geç kalmam demiştim, bak saat sabahın körü.” dediğim oldu bu sefer de.
Bu gidişimde 5 Ocak’ta humus ve çiğ köfte, 52’de kebap, Birbiçer ve Mehmet Usta’da ciğer, Şadırvan’da döner, Tarsus Kervan’da humus ve mini lahmacun yedim; Maki ve Pote Lounge’ta kokteyller içtim, Ruin’de underground bir gece hayatı deneyimledim. Hepsini bir kenara not edin, yolunuz düşerse atlamayın.

İstanbul’da da yıl sonu yoğunluğundan her fırsat bulduğumda, uyku saatlerimi günde üç saate düşürerek kendimi sokağa attım. Vücut yorgunluğunun giderilmesinin kolay olduğunu, ruh yorgunluğunun en tehlikelisi olduğunu iddia ederim her zaman. Bu nedenle ruhumu şenlendirmeye odaklanmışken keşfettiklerim de karşınızda:
- Gorgi: Moda’ya yolunuz düştüğünde mutlaka uğramanız gereken adreslerden biri. Patates kızartması da, hamburgeri de, ortamı da, ekibi de şahane.

- Moda Sahne – Suzy Storck: Pandemi nedeniyle uzak kaldığımız etkinliklere geri dönmek çok keyifli. Moda Sahne’de sergilenen Suzy Storck, kocasına asla yetemeyen ve onun talepleri için bütün hayallerinden vazgeçen bir kadının hikayesini anlatıyor. Kendisinin yapmak istediklerinden, mutlu bir evliliği sürdürebilmek için fedakarlık eden, toplum kalıplarına sığabilmek için çabalayan ve sonunda ne mutlu bir evliliği, ne de hayallerini kotarabilen bir kadının hikayesini. Oyunculuk şahane, konusu insanı hayat ve özellikle ilişkilerdeki fedakarlıklar hakkında düşüncelere itecek cinsten.


- Scenes from a Marriage: Beş bölümden oluşan bu mini dizinin çok büyük bir kısmı tek bir evin içinde ve bir karı -kocanın diyalogları ile geçiyor. Özellikle diyalogların iyi olduğu yapımları izlemeyi sevenlerin asla pas geçmemesi gereken bir dizi.
“You know at the beginning of relationship everything is thrilling and it’s new, and you feel as a couple nothing can hurt you, and than you gradually start to realize that actually, anything can hurt you.”
“It’s like a piece of tape that you rip off and try to reapply, it might stick but it’s never going to be like the first time.”
- Art350: Bağdat Caddesi üzerinde, yer hizasının biraz altında tepesi cam ile kaplı fanus gibi, az masalı çok samimi bir mekan. Canlı müzik dinlemeyi özleyenler için harika bir adres. Biz Dilek Sarıoğlu’nu dinledik, sesi de şarkı seçimleri de çok güzeldi. Ne yiyip içerseniz onu ödüyorsunuz, ek olarak da kişi başı 30TL’lik bir canlı müzik ücreti.

- AKM: Yenilenen halinde ben yolumu düşürmeyi henüz başarabildim ve tek kelimeyle bayıldım. Müthiş ferah, şık, minimal, harika malzemelerden yapılmış bir sanat kompleksine dönüşmüş. Etkinlik alanının önünde tiyatrolarda daha önce kullanılmış kadın tasarımcıların yaptığı kıyafetler sergisi olması ve etkinliğin başlamasını beklerken bunları gezebilmeye, kahve standından yayılan mis gibi taze kahve kokusunun içeriyi doldurması da çok keyifliydi. Bottesi’nin 200. doğum yıldönümü konserini izledik. Kontrabasın ne kadar harika bir müzik aleti olduğunu bize muhteşem bir performansla bir kere daha gösteren Fora Baltacıgil’e hayran olduk. Uzun zamandır klasik müzik dinlememiştim, ruhuma masaj yaptırmışım gibi oldu. Bundan sonra ayda bir kere buradaki klasik müzik konserlerine gitmeye karar verdik. Şiddetle tavsiye ederim.
- Bodhita X Ayşe Tolga: Canım Başak’ın markası Bodhita‘nın yepyeni bir koleksiyonu satışa çıktı. Ayşe Tolga ile birlikte tasarladıkları Rose Lineage. Venüs retoroya başladığımız bu günlerde her türlü güllü objenin faydasını düşününce, bir göz atmak isteyebilirsiniz.
Bu koleksiyonun pop up sale partisi nedeniyle Bebek’te nefis manzaralı bir terasta bir araya geldik. Müzikler Zeynep Erbay’dandı. Her zamanki gibi tatlı tatlı içimize bir dans enerjisini yerleştirdi. O nedenle sonrasında da kendimizi durduramadık. İlk önce Meg Bebek‘e gittik. Teşvikiye’deki yerinden oldukça farklı bir konseptte nefis bir bar olmuş. Sonrasında Lucca’ya uğradık. Hala bıraktığımız kadar kalabalık ve hareketliydi. Hızımızı alamayınca Asmalımescit’te Ece, Corridor ve Novo hattında bütün kurtlarımızı döktük. Bu geceye dair not: Negroni çok iyi kokteyl.

Bu yıla inanılmaz çok şey sığmış olmasına ve 2022 yılının yükselen burcu balık olan benim için aşırı vaadkar olmasına rağmen, ben hala hiç bir şekilde yeni yıl, yılbaşı mooduna giremedim. Önümüzdeki haftalarda bol bol bu konseptte yerleri arşınlamayı planlıyorum.
Keyifle ve keşifle kalın!