Sabahın köründe Kahire Havalimanı’na iniyoruz. Kahire Havalimanı’nda kapıların üzerinde numara yazmadığı, plakalardaki rakamlar Arapçayken aplikasyon üzerindeki rakamlara bakarak aracı tanımanın zor olduğu şeklinde bir bilgi almıştık daha önce giden arkadaşlarımızdan. Oldukça uykusuz olduğumuzdan ve bunun inadına çok yoğun bir gün planladığımızdan enerjimizi buna harcama riskini hiç almayarak kendimize bir transfer ayarlamıştık gitmeden.
Bu sayede, havalimanı çıkışında tutulan kağıtlar arasından kendi adımızı buluyor ve oldukça eski bir arabaya binerek şehri izleyerek otelimize doğru yola çıkıyoruz. Kalacağımız yeri bir önceki gün Hurgada Marina‘da otururken, hiç detaylıca incelemeden sadece yorumlarına ve puanlarına bakarak seçmiştik: Dahab Hostel. Burası hakkında giderken bildiğim iki şey vardı; lokasyonu muhteşemdi ve çok övülen bir terası vardı.

Dürüst olayım, daha önce instagram’da görüp vurulduğum yukarıdaki fotoğraftaki gibi bir teras hayal ediyor ve puanı bu kadar yüksek bir hostelden de Selinalar’ın tarzında bir yer bekliyordum.
Transfer aracımız beşinci sınıf bir işhanı gibi bir binanın önünde durduğunda da hiç istifimi bozmuyorum o yüzden. Şoförümüz “İşte burası.” dediğinde önce şaka yaptığından eminim, şaka yapmadığını anladığımda binaya bir daha bakarken ağzımdan önce “Nooo?” sonra dehşete kapılmış “Nooo, noooo, olamaaz.”lar dökülüyor. Gelgelelim kimse şaka filan yapmıyor. Daha önce yalnızca Pera Palas’ta gördüğüm -ki o bile bundan bakımlı bir versiyondu- çevresinde kabini bile olmayan yalnız demirden bir asansöre binip, terasa çıkıyoruz.


Odamıza giriş yapmak için fazla erken bir saatteyiz, valizlerimizi oraya bırakıp, “Amaan en kötüsü locker tutmuşuz gibi davranırız sadece yalnızca valizlerimiz bugün burada takılır, biz de gece yataklı trene atlayıp Aswan’a geçeriz.” diye düşünerek kendimizi Kahire sokaklarına atıyoruz. Gerçekten merkezi bir noktadayız, Özgürlük Meydanı olarak bildiğimiz Tahrir Meydanı ve şehirde biraz turluyoruz. Birer kahve içtikten sonra, Nil kıyısında da bir yürüyüş yapıyoruz. Balçık rengi bir su, “Bu mu efsanelere konu olan Nil Nehri dedikleri?” diye şaşırıyoruz. (Efsane Nil Nehri ile asıl tanışmamız ve hak vermemiz iki gün sonra olacak ama onu henüz bilmiyoruz tabii o sırada.)

Oldukça geniş kaldırımlar olmasına rağmen, kaldırımların tuhaf bir biçimde şemsiyelerin altına yerleşmiş polis arabalarının park yeri yapılmış olmasına ve yayaların çıkmaması için etrafının çevrilmiş olmasına da anlam veremeyerek, halka uyuyor ve kaldırımdan değil sokağın ortasından yürüyerek Kahire Müzesi’ne ulaşıyoruz.

Kahire Müzesi’nden içeri girdiğimiz an aklımız başımızdan gidiyor. Dev ölüm kapıları (genellikle mezarlar ve tapınaklarda bulunan, ölüler ve yaşayanların dünyası arasında geçit görevi gördüğüne ve ruhun buradan diğer dünyaya geçtiğine inanılan üzeri işlemelerle dolu muazzam büyüleyici kapılar) dizi dizi karşılıyor bizi. Etraflarında beklediğimizin aksine onları korumak için herhangi bir cam veya dokunmayı yasaklayan bir şey yok. Her birinin başında büyülenerek dikiliyor, dokunarak ve detaylı inceleyerek müzeyi gezmeye başlıyoruz.

Müze dışarıdan bakınca iki katlı basit bir müze gibi, ama şimdiye kadar hayatımda gezdiğim -ki Londra, New York gibi şehirlerdeki dev müzeleri de gezmişliğim var- en muazzam, en kapsamlı müze. Boş köşesi yok ve çok büyük. Başka bir müzede bir tanesi olsa başında saatler harcanacak muazzam mumya muhafazalarından bile yüzlerce var. Müzedeki birkaç saatimizden sonra bunların önünden İstanbul’da bir caddede yürürmüş gibi basitçe bakarak yürüyoruz.

Mısır’da tarihi turumuza bu müzeden başlamak bilinçli olmasa da çok isabetli olarak yaptığımız doğru bir sıralama olmuş, bir sürü sembole, mumyalama öncesi organların konulduğu kanopik kavonozlara, ölüme geçiş ritüellerine burada hakim oluyoruz. Ayrıca fotoğraflarını dahi çekmek yasak olsa da Tutankamon’un hazinelerini görme şansına erişiyoruz. İstanbul’da sahtelerinin bile sergisi açılmıştı, biz gerçek hazinelerin arasında buluyoruz kendimizi.
Saatler sonra müzeden çıktığımızda, kendimizi müzenin dışındaki kafeteryaya atıyoruz. Yorgunluktan ölüyoruz, ama ilk defa bir müzeden çıkışta gözlerimiz acıyor bacaklarımızdan çok. O kadar çok şey gördük, o kadar detaylı inceledik ki… Büyülenmiş haldeyiz.
Müzeden Kahire sokaklarına tekrar çıktığımızda ise, sabahın köründe gördüğümüz şehirden çok farklı bir şehir var karşımızda. Çok sıcak, çok fazla korna sesi ve çok fazla insan var. Uber’imizi beklerken, caddelerde şerit olmadığını, kimsenin sinyal vermediğini ve bütün arabaların da göçük ve çiziklerle dolu olduğunu fark ediyoruz.
Aklımızda ve niyetimizde o gün ayrıca Giza Piramidi’ni de görmek var. Ancak Giza Piramidi’ni gezdikten sonra yataklı trene binip Aswan’a geçeceksek önce tren biletimizi ayarlamamız lazım ki kaçta geri dönmemiz gerektiğini bilelim. Bu yüzden piramitlerden önce istasyona uğramaya karar veriyoruz.

İstasyon yakınlarında indiğimiz andan, Giza Piramitleri’ne karşı bir terasta oturup bir şeyler içtiğimiz ana kadar olan kısım, vücudumda hiç alkol olmamasına rağmen inanılmaz kopuk kopuk ve flu hatırladığım, kendimi hızlandırılmış bir film sahnesinin içinde gibi hissettiğim çok tuhaf saat dilimleri.
İstasyonun orada Uber’den indiğimizde içinde olduğumuz ortamdaki karmaşa ve kaosu herhangi bir şeye benzeterek size anlatabileceğimi hiç sanmıyorum. Hani Eminönü, Sirkeci ara sokakları bazen kalabalık yürüyen insanlar ve sokakta satılanlarla karmakarışık, kalabalık ve sıkışık olur ya, o buranın yanında çok düşük bütçeli bir taklidi gibi kalır. Şerit ve sinyal olmadan birbirinin üzerine süren arabalar, caddenin kenarında değil tam üzerinde serilmiş tezgahlar, çok fazla insan, çok fazla ses… Kimseye derdimizi anlatamadığımız, istasyonun içinde aradığımızı bulamadığımız, etrafımızda olup biten çok fazla ses ve hareketin beynimizde yalnızca “tınnnn” şeklinde bir tınlamaya dönüştüğü dakikalar…

Sonunda kendimizi turizm polisinin ofisinde buluyoruz. Polis abi benim hayranım oluveriyor, o “Sen ne istersen ben buraya getireyim.” havalarındayken, insanlar anlam veremediğimiz şekilde bizimle fotoğraf çekilmek isterken, ben polisin şapkasını kafama takmış onun masasında sigaramı ve kahvemi içerken, tren opsiyonu ile uçak opsiyonlarımızı kıyaslıyor; aralarındaki fiyat farkının çok uzun saatlerimizi trende geçirmemize değmeyeceğine karar veriyoruz.
Tam o sırada Ramazan sebebiyle piramit alanının da normalden erken kapandığını öğrenip, aceleyle yeniden kaosun arasına girip yola çıkıyoruz. Asla ilerlemeyen bir trafikte, uber şoförünün biraz daha pahalı ama daha hızlı bir yol teklifini hiç sorgulamadan kabul ediyoruz. Kazık yiyeceksek böyle yiyelim, yeter ki şu kaostan çıkalım, diye düşünüyoruz.
Sonra girdiğimiz yol çok enteresan. Önce Ölüler Şehri’nden geçiyoruz, film seti gibi. Ardından hiç sıvası olmayan tuğlalardan yapılmış apartmanların arasından dakikalarca gidiyoruz. Gerek Türkiye’de, gerek Ortadoğu seyahatlerimde çok bakımsız ev ve çok çarpık kentleşme gördüm ama böyle bir şey hayatımda daha önce hiç görmemiştim. Çok büyük bir alan, çok fazla bina…

Üstelik de binaların sıvası bile yokken, yol tarafındaki renkli duvarlara ve binaların dış cephesinde kalmış merdiven kalıntılarına anlam vermeye çalışıyoruz uzun bir süre. Sonra bunu anladığımızda daha çok dehşete kapılıyoruz, üzerinde gittiğimiz otoyolu yapmak için, binaların yalnızca bir kısmı yıkılmış, geri kalanında insanlar yaşamaya devam ediyor, yıkılan kısımların bir zamanlar oda olan renkli duvarları tuhaf dış cephelere dönüşmüş.
Devletin bu arazileri çok ucuz fiyatlara sattığını, şehrin milyonlarca nüfus göçü ile başa çıkamadığı için buralardaki yapılara hiç bir kural koymadığını sonradan öğreniyoruz. Ve bu çarpık kentleşme piramitlerin olduğu alana kadar devam ediyor.

Piramitler gerçekten tasavvur edebileceğimizden çok daha büyük. Büyük olduğunu biliyor da insan, yine de canlı görene kadar tam kavrayamıyor büyüklüğünü. Tabanının yüzeyini yüksekliğinin iki katına bölünce pi sayısını vermesi, kimin adına yapıldıysa içine yalnızca onun doğduğu ve tahta çıktığı gün içine güneş ışığı görecek biçimde yapılması gibi akıl almaz taraflarıyla muazzam olduklarını reddedecek değilim; ama o çarpık kentleşmenin çevresine dayandığı ortamda, önünde bir şeyler yapan iş makineleri ile o kadar da mistik bir ortam vaad etmediğini belirtmek zorundayım.
Karşısındaki otellerden birinin terasına çıkıyoruz, nefis bir piramit ve gün batım manzarası sunan bir nokta. Aslıpan “Ben turist olsam…” diye cümleye başlıyor. Bir yandan kahkahalar atıyorum, bir yandan ona hak veriyorum. Mısır’a ayak basalı daha 48 saat olmamış durumda, ama o kadar çok şey gördük ve deneyimledik ki, kendimizi hiç yeni gelmiş turistler gibi hissetmiyoruz. Orada güneşi batırıyoruz, hatta ben şirketten gelen acil kriz iş taleplerini bile orada kotarma derdine düşüyorum.

Akşam tekrardan Tahrir Meydanı yakınlarına döndüğümüzde sokakların hareketi ve kalabalığı hoşumuza gidiyor. Orada bir mekana oturuyoruz, soğuk biramdan bir yudum aldığım an yeniden doğuyorum. Aslıpan elinde telefon “Bizim şimdi sabah kaçta kalkmamız lazım?” diye soruyor. Hesabı yapıyoruz yapıyoruz, “3:30’da hostelden çıkmamız lazım.” Asla duymak istediği cevap bu değil, iki gecedir uyumuyoruz çünkü. Bir daha bir daha hesaplıyor, “Hadi senin güzel hatırına 4:00 olsun.” diyorum.

Ben sabah hostele “Noo, nooo” tepkileri verdiğim için orada uyumaktan rahatsız olacak mıyım diye yokluyor beni. O gün gördüklerimden sonra, “Olur mu canım, mis gibi odamız var. Çatısı var, duvarı var, sıvası var. Daha ne isterim ki?” diyorum.

Kahire’ye geldiğimiz için mutuyuz, burayı deneyimlemeseydik Mısır’ı tam olarak anlayamazdık. Ve o günden geriye müthiş anılarımız kaldı. Gülüyoruz, halimize çok gülüyoruz. Ama herkes o gün deneyimlediklerimize bu kadar gülmeyebilirdi, o yüzden Mısır seyahati planlıyorsanız, bu yazıda anlattığım şeyleri hiç abartmadığımı bilerek, Kahire’ye gidip gitmeme ihtimalini bir daha değerlendirin derim. “Mısır berbat bir yer, hiç gitme.” diyenlerin neden böyle dediğini ben orada anladım.
Kahire’de ünlü bir bağlantımız var; “Biraz daha kalın, size gördüğünüzden çok farklısını göstermek isterim.” dediğinde ona çok inanmasam da sonradan yolladığı videolardan aslında haklı olduğunu fark ediyorum. Lokaller Klein Garten’da delice partilerken, biz Sultanahmet’te takılan turistler gibi bir gün geçirmiş durumdayız. Ve Kahire’de turist olarak, mekan araştırarak, o olmadan biz onlara ulaşamayacağız. Yine de ikimize de bir günlük bu Kahire maratonu o sırada gayet yetmiş durumda ve biz o gün Kahire Müzesi’nde gördüklerimizin etkisi altındayız, tapınak tapınak koşmak istiyoruz partilemek yerine. “Belki sonrasında bir kere daha gelir, o versiyonunu da deneyimleriz.” diyoruz.
Alıştığımız standartların çok altında bir odada, yatağa yattığımız gibi en derin uykularımızdan birine dalıyoruz. Yalnızca üç saatliğine…