Not Defterim: İkitelli, Son Zenne, Pera’nın Zamanı, La La Land, Bridget Jones

Kaç gece kendimi topuklu ayakkabılarım ve mini eteğimle Yenibosna metro istasyonunda buldum; soğuk içime işlerken -sonunda gelen- metronun yansımasından kendime baktığımda “Şu andaki görüntünle Spago’nun ferah ve upuzun barının kenarına daha çok yakışabilirdin. Elinde de ders kitabı yerine, şampanya kadehi olabilirdi. Veya nefis bir kokteyl, mesela Pandora’s Box.” diye düşündüm ve “Neyin peşindesin kızım, ne yapıyorsun burada?” diye kendimi kaç yüz kere sorguladım bilmiyorum.

Kaç sabah, önceki sekiz alarmı duymadığım için ancak dokuzuncu alarmla uyanıp, Gregor Samsa’yı anıp, hamam böceğine değil; ama en azından çarşafa dönüşmeyi diledim onu da bilmiyorum. Yalnız serviste uyuyakalıp, herkes şirkette servisten indikten sonra, şoförle birlikte garaja gitmekten son anda yırttım, bu bir kere oldu bunu biliyorum.

Çünkü zaten çoğu sabah servisi kaçırıp, maaşımın hatırı sayılır bir kısmını taksi parasına yatırdım.

img_8914

Söz verdiğim halde, koltuktan kalkamayacak kadar yorgun olduğum veya uyuyakaldığım için gitmediğim etkinliklerin sayısı bir elin parmaklarını kesin geçmiştir; ama kaç kişi hala bana küskün bundan da emin değilim.

Ezbere söyleyebileceğim bir şey varsa, hayatımın geride kalan beş ayında, haftanın dört gününün tastamam 15 saatini İkitelli’de geçirdim. Bütün gün çalış, mesai bitsin MBA dersine gir, sonra da eve dönmeye çalış.

Bir ara, bu eve dönüş yolundan o kadar bunaldım ki, bir basma etek, bir baş örtüsü alıp, şirketin hemen arkasındaki apartmanlardan birinde kendime yalnızca haftaiçleri kalmak için bir ev tutmaya bile kalktım. Neyse ki, mahallemizin bakkalı Mehmet Abi, aklıselim bir insan çıkıp, saçmaladığımı kafama soktu.

IMG_1551.JPG

Bu süre boyunca, uykusuzluktan şişen gözlerim ve göz altı torbalarım için yapabileceğim hiç bir şey yoktu; ama İkitelli’de geçirdiğim saatleri, inanılmaz keyifli sohbetlere, bazen abartı sayılabilecek kadar yüksek kahkahalara dönüştüren iki olağanüstü kadın, ruh sağlığımı kurtardı. Şirkette, bahçede en kışkırtıcı sohbetler yapanlara veya yemekhanede en çok kahkaha atanlara ödül veriliyor olsaydı, bu ödüllerde rakipsiz olabilirdik.

IMG_2127.JPG

IMG_2106.JPG

IMG_2111.JPG

Yüzüstü uyuyakaldığım çeşitli anlar yüzünden, bazen anten gibi dikilen bir kahkül perçemi yüzünden, “antenli” gezerken, adımın “Antenli minik aksiyon bağımlısı”na çıkmasının hakkını da verdim. Bu süre içinde bize aksiyon yaratabilmek için, her molamı şirketteki adamlara adadım. Katalog oluşturabilecek kadar gözlem ve sosyal medya stalk’u yaptım. Bazı adamlar için stalk whatsup grupları bile kurulmasına vesile oldum. Gelecekte bir gün karşılarına dikilip, hiç haberleri yokken neler neler yaptığımızı kocaman kahkahalarla kendilerine anlatmak ve yüzlerinde oluşacak şaşkınlığı görmek için sabırsızlanıyorum.

Bütün bunların sebebi, MBA yüksek lisansıydı. Lisans eğitimi hukuk olan biri için, inanılmaz faydalı bir süreç olduğunu ve ne kadar çok şey öğrendiğimi söylemeye gerek bile görmüyorum. Bonus olarak hayatıma çok sevdiğim bir sürü kişiyi ekledi. Bazılarıyla aynı şirkette çalışmamıza rağmen birbirimizi hiç görmemiştik bile. Bazılarıyla selamlaşmanın ötesinde bir muhabbetimiz yoktu. Bu sürenin sonunda, o kadar yakınlaştık ve o kadar çok şey paylaştık ki; yıllardır tanışıyormuş gibi hissediyorum.

Böyle yazınca sanki yüksek lisans bitmiş gibi oldu; ama henüz değil. Yalnızca ilk dönemi bitti. Sömestr tatili başlayınca, kendimi yeniden 18 yaş enerjisinde hissetmeye başladım. Her gece, ama her gece dışarı çıktım. Keşfettiğim mekanlardan ayrıca bahsedeceğim; ama bu zaten çok uzun bir yazı oldu. Şimdilik geçtiğimiz iki haftada izlediğim oyun ve filmlerle karşınızdayım:

aci-ile-dansin-oyunu-son-zenne_1

Son Zenne – Bo Sahne

Yarkın Ünsal’ın inanılmaz iyi bir performans ile canlandırdığı Zenne karakteri, dans ettiği pavyonun alt katında derme çatma bir evde yaşıyor. Almanya’da kendisini bekleyen annesine gitmek için para biriktiriyor, oradan kurtulacağı günler için geri sayıyor. Evli, ama Zenne’ye aşık, izlerken sürekli “şerefsiz” dedirten Şahin ve bir gün kendisini kovalayan amcalarından kaçarken, Zenne’nin evine sığınan Nesime oyundaki diğer karakterler.

Oyun aktıkça, aslında hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını fark ediyorsunuz yavaş yavaş. Hikaye içinden hikayeler çıkıyor. Mecburiyet gibi görünenlerin tercih edilenler olduğunu, sevgi gibi görünenlerin altında büyük yaralar yattığını keşfediyorsunuz. Bizim yaşadığımız hayatlara çok uzak olsa da, her birinin aslında bu ülkede bir yerlerde yaşananlar olduğunu bilmek içinizi dağıtıyor.

Son-zenne.jpg

Ben yalnızca Nesime karakterinden biraz sıkıldım oyunu izlerken. Bazen gereğinden uzun olan replikler, zorlama ve gerçekçi olmayan bir doğu şivesi ile beni rahatsız etti. Yine de, Sırf Yarkın Ünsal’ın performansı için bile izlenir.

Pera’nın Zamanı – Kumbaracı50

Pera Palas‘ta sergilenen bu oyun, bugüne kadar izlediğiniz bütün oyunlardan bambaşka bir deneyim sunuyor. Gerçekten sıradışı ve çok keyifli bir kurguya sahip. Çünkü bir sandalyede oturup izlemiyorsunuz oyunu. Oyunun bir parçası oluyorsunuz. Belboy’lar sizi lobide karşılayıp, otelin dördüncü katına çıkartıyorlar. Siz otelin koridorunda, ne olacağını beklerken, mor elbiseli bir kadın otelin koridorlarında şarkı söyleyerek geziyor. Derken belboy’lar açıklama yapmaya başlıyor. “Bu oteldeki bazı misafirlerimizi otelden çıkartamadık. Biz temizlik lazımdı. Bizi kırmayıp yardıma geldiğiniz için çok teşekkür ederiz.” İzleyici grubunu üçe bölüyorlar, bizim grubun belboyunu izleyerek Greta Garbo odasına giriyoruz. Odaya girdiğimiz anda yatakta birinin yattığını görüyoruz, duş küvetinde başka birinin. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakıyor, belboy da ortalıkta yok. Ve oyunun birinci kısmı başlıyor.

PeraninZamani2@YucelKursun.jpg

Oteldeki Ernest Hemingway, Agatha Christie, Franz Joseph ve Greta Garbo olmak üzere dört efsane odada, görünmez olup, dört hikayeye tanıklık ediyorsunuz. Uzaktan da izlemiyorsunuz, her şey yanınızda oluyor, siz de bir parçasına dönüşüyorsunuz.

Şiddetle tavsiye ediyorum. Hatta biraz erken gidip, oyundan önce Kubbeli Salon’da bir kahve veya şarap içmezseniz eksik kalır, bu da aklınızda bulunsun.

La La Land:

Whiplash’i izlediğimde, evdeki koltuğumdan fırlayıp son sahneyi ayakta alkışlamıştım. Bu yüzden yine bir Damien Chazelle filmi olan La La Land, mutlaka izlenecek filmler listemdeydi. Geçen hafta cuma günü, bu filmin çok mutlu müzikal kıvamında bir aşk hikayesi olduğu yanılgısıyla, bir şişe şarabımızı alıp sinemanın yolunu tuttuk. Kadehlerimizi tokuşturarak, içimiz eriyerek izledik filmin çoğunu.

emma-stone-ryan-gosling-la-la-land

Sonra ağlamalarımızı durduramaz halde salondan çıktık. Film çok iyi. Çok klişe olabilecek bir senaryoyu, sıradışı bir biçimde ele alıyor. Mutlu veya mutsuz son gibi yalnız iki seçenek olabileceği fikrini aklınızdan siliyor. Salondaki erkekler neredeyse uyuyakaldılar; ama biz hiç tanımadığımız kadınlarla senkronize biçimde ağlamaya devam ettik film bittikten sonraki birkaç dakikada. İzlenmeli!

Bridget Jones Baby:

Ağlamak değil, kahkaha atmak istiyorsanız, bu filmi tavsiye ederim. Bridget Jones’u bir arkadaşı özler gibi özlemişim aradan geçen zamanda. Filmin sonunda -bence- yanlış adamı seçtiği için biraz kırgınım kendisine; ama izlerken bol bol kahkaha atacağınız garantili.

Harika şeyler izleyerek kalın!

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s