Lale Devri’nin son eseri İshakpaşa Sarayı ve Kars’ın olmazsa olmazı kaz eti

Birbirimize bakıp şaşkınlıkla tekrar ediyoruz: “Biz İstanbul’dan ayrılalı daha 24 saat bile olmadı.”

Kars’a uçtuk, Kars Kalesi’ne tırmanıp şehre tepeden baktık, leziz peynirleri tadarak peynir alışverişimizi yaptık, türbede kilitler açarak dileklerimizi diledik, Kars lezzetlerini tattık, Selçuklular’ın Anadolu’ya girdiği nokta olan Ani Harabeleri’nde mistik ortamın tadını çıkardık, donmuş Çıldır Gölü’nün masalsılığına kendimizi teslim edip süslü atların çektiği kızakla tur attık, leziz balıklarımızı yedik. Telefonumuzda yüzlerce fotoğraf var, aklımızda binlerce an ve biz İstanbul’dan ayrılalı daha 24 saat bile olmadı!

IMG_6710.jpg

IMG_6915.jpg

İstanbul’da içine sıra dışı bir şey sığdırmanın zor olacağı kısalıkta bir zaman dilimine, Kars’ta o kadar farklı ruh halleri ve deneyimler sığmış olmasına inanamıyoruz.

İnsanın olağan hayatından uzaklaşması, bilmediği topraklara adım atması zaten her türlü süprize açık bir macera zaten; buna bir de Kars’ın masalsı coğrafyası eklenince… Yüzümüzde şaşkın bir gülümsemeyle bunları düşünürken, taksiyi kullanan Mesut soruyor: “Peki, Doğubeyazıt’a gidiyor muyuz?”

İshakpaşa Sarayı’nı göreceğiz diye 200 kilometre gidiş, 200 kilometre dönüş toplam 400 kilometre yol yapmamız gerekiyor. Kerem ile Aslı bile birbirini bu sarayın oradaki Keşiş Bahçeleri’nde görüp aşık olmuş, öyle bir aşk ki bir “ah” çekmeyle ikisi birden yanıp kül olmuş, arabayla 400 kilometre nedir ki?

Buddyciğim ile hiç kelimelere gerek olmadan, birkaç saniyelik bakışma ve bir kafa sallama ile anlaşıyoruz. Tabii ki gidiyoruz. Bir daha ne zaman buralara yolumuz düşer hiç bir fikrimiz yok. Gelmişken görebileceğimiz her şeyi görelim istiyoruz.

Ağrı Dağı uzaktan kendini bütün heybeti ile gösterirken, Iğdır’a yaklaştıkça hava sıcaklığı artıyor. Önce üzerimizdeki montları çıkartıyoruz, sonra hafiften camları bile açıyoruz. Bütün gün -29 derece soğukta kasılan vücudum, camdan içeri vuran güneşle gevşiyor, göz kapaklarım ağırlaşıyor. Zihnimde Murathan Mungan’ın cümleleri uçuşuyor: “Birini seçmek ve onunla yaşamaktan ibaret kaldı aşk. Artık kimse kimse için dağlar aşmıyor, ırmaklar geçmiyor, diyar diyar gezmiyor. Mecnun bütün çölleri tüketmiş, kimseye çöl kalmamış yeryüzünde. Kurumuş vahalarda seraplar bitmiş. O olmazsa öteki, o olmazsa bu, o olmazsa şu… Fark etmez, fark etmez, ille de o. Yalnızca o. o, o, o diyen kalmadı. Kimse kimsenin o’su değil. Artık değil.”

Belki de “O”muzu bulamadığımız için diyar diyar gezenleriz biz, diye düşünüyorum, uykuya teslim olmadan hemen önce.

IMG_6718.jpg

Gözlerimi açtığımda Ağrı Dağı’na çok yakınız. Doğubeyazıt, tecrit edilmiş bir bölge gibi. Hani şehirlere bir sürü yol bağlanır ya, uçsuz bucaksız alanda Doğubeyazıt’a giden tek bir yol var. (Daha sonra haritadan baktım, üç yol varmış aslında. Ama dağlardan diğerleri görünmüyor.) Bir ilçe düşünün, ülkenin geri kalanı ile tek bir yol bağlıyor onu. O yolun üzerinde giderken de, bir anda yol bitiyor. Bir jandarma arabanın yanına geliyor, birkaç soru soruyor, arabanın içine bakıyor. Şüpheli hiç bir şey olmadığına karar verince, kapıyı açıyor, biz tekrar otoyola bağlanıyoruz.

Doğubeyazıt, şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en acıklı, bende en çok kaçma isteği uyandıran yerleşim yeri. Otobüslerin, evlerin, dükkanların camları simsiyah. Çocuk kıyafetleri satan bir dükkan ilişiyor gözüme, dışında teşhir için asılmış kıyafetlerin kirden rengi görünmüyor artık. Yıkayıp yeniden asmaya bile zahmet edilmemiş. İlçenin her bir köhne detayı, hayattan vazgeçilmişlik simgesi gibi.

IMG_9599.JPG

Neyse ki hızla ilçe merkezinden uzaklaşıyor ve İshakpaşa Sarayı’na tırmanmaya başlıyoruz. Dümdüz bir arazide birden yükselen Ağrı Dağı ve dağ üzerinde dikkat çeken heybetli bir saray. Yapımı 100 yıl süren bu saray, Topkapı Sarayı’ndan sonraki en ünlü saraymış ve Lale Devri’nin son büyük anıt yapısıymış.

Uçsuz bucaksız beyazlığın ortasındaki bu sarı taşlardan oluşan devasa yapı o kadar görkemli ve büyüleyici ki!

IMG_9601.JPG

IMG_9605.JPG

Sarayın kapısına geldiğimizde, ziyaret saatlerinin 17:00’de sona erdiğini fark ediyoruz. Kilidi açıp gizlice sarayın içine süzülüyoruz süzülmesine; ama çok geçmeden de yakalanıyoruz. İçinde ne yazık ki hiç bir mobilya, eşya yok, yüzyıllardan geriye yalnızca bina kalmış.

Bütün camlarını görmeye fırsatımız olmuyor; ama enteresan bir bilgi olarak, dağın yamacında kurulmuş olmasına rağmen sarayın hiç bir camından Ağrı Dağı’nın görünmediğini öğreniyoruz.

IMG_6886.jpg

IMG_6883-001.jpg

IMG_9616.JPG

Ağrı Dağı’ndan aşağı kıvırlan yoldaki manzara o kadar güzel ki, basıp geçmeye kıyamıyoruz. Arabadan iniyoruz, biraz yürüyoruz, biraz dans ediyoruz. Güneş gittikçe, havanın ısısı çok ani biçimde düşüyor. Titremeye başladığımızda, yeter bu kadar manzara diyip tekrar arka koltuktaki yerlerimizi alıyoruz.

Iğdır’da bir Türk Kahvesi molası verdikten sonra, Kars’a geri dönüyoruz. Karnımız çok aç olduğu ve kaz yemeden Kars’ı terk edemeyeceğimiz için istikametimiz Kazevi oluyor. Kars’ın geleneksel yemeklerinden olan ve nohut, safran ve kuzu etinden hazırlanan piti, kaz but ve kete siparişi veriyoruz.

IMG_9621.JPG

IMG_9628.JPG

Kars’a gidiyoruz dediğimiz herkesin ağzı sulanarak, “Mutlaka kaz yiyin.” demesinden olsa gerek, kaz etini yediğimiz zaman aklımızın başımızdan gideceğini düşünüyoruz. Gelgelelim gerçekten çok lezzetli sulu bir et olmasına rağmen, tadı çok sıra dışı gelmiyor bize, tavuğa benziyor. “Tavuktan çok daha lezzetli bir tavuk eti gibi.”

Etrafımızda oturan masalar da benzer yorumlar yapıyor. “Kars’a dair söylenen her şey eksik; ama kaz etine dair söylenen her şey abartılı.” tespitine herkes katılıyor.

O sırada Kafkas dansı gösterisi başlıyor, güç ve zerafetten oluşan bu gösteriyi izlerken bizim Kars’ta son günümüz bitiyor.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s