Antwerpen sokaklarında gezerken, akşam kaçta konsere gitmemiz gerektiği konusunda tereddüt yaşıyoruz. Oscar and the Wolf, Türkiye’deki konserlerinde asla 23:00’ten önce sahneye çıkmadı, ama biletin üzerinde tek bir saat bilgisi var: 20:00.
“20:00 çok erken değil mi?”, “Ay, Avrupalılar da biraz garip, hakikaten 20:00’de başlıyor olabilir de konser.” gibi çelişkiler yaşadıktan sonra, konseri kaçırmaktansa erken gitmenin daha iyi olduğuna karar veriyoruz.
Ve konser alanına ilk giden on kişiden biri oluyoruz. Antwerpen Sportpalais devasa bir alan, Türkiye’de o kadar büyük bir konser alanı ancak Tarkan konserinde tıka basa olabilir.
O saatlerde henüz bomboş olan koltuklara baktığımızda, “Oscar and the Wolf bu konser alanının tamamını doldurabilir mi?” diye merak etmeye başlıyoruz. Ancak merakımız çok uzun sürmüyor, çünkü bir saat kadar sonra, boş tek bir koltuk yok, sahne önünde ayakta durulan alan da tıka basa dolu.
Hayatımda izlediğim en keyifli konserlerden biri oluyor. (Videosuna şuradan ulaşabilirsiniz) Daha önce Oscar and the Wolf’u Türkiye’de bir kaç kere canlı dinledim, her konserinde de gerçekten çok eğlendim. Ama bu seferki daha başka: Çünkü muhteşem bir sahne düzenlemesi ve her şarkıda değişen olağanüstü görseller var. Biranın fiyatı, su ile aynı: 2,5 Euro. 4 Euro’ya da kadehte şampanya alabiliyoruz. Üstelik sıra filan beklemeden…
Konser bittiğinde, elimde dolu bir bira bardağı ile yaklaşık 20.000 kişi ile aynı anda kapıdan çıkabiliyorum. Tek bir kişi itmiyor, omuz atmıyor, çarpmıyor.
İsviçre’deki festivalden sonra da “Nasıldı?” diye soran herkese aynı şeyi söylemiştim: “Biz İstanbul’da yerimizi kaptırmayalım, düşmeyelim, kargaşada ezilmeyelim, bira sırası, tuvalet sırası derken aslında epeyce mücadele veriyormuşuz. Mücadelesiz konser ve festival harika bir şeymiş.”
Sevdiğiniz grupların konserlerini Songkick’ten takibe almanızı ve konserleri seyahat bahanesi haline getirip, mücadelesiz konser dinleme keyfi yaşamanızı şiddetle tavsiye ederim.
Konser yorgunu otele geldiğimde, küveti doldurup, çantamdan banyo tuzu paketimi çıkardığımda, yogitam bana şaşkınlıkla bakıyor: “O el kadar çantanın içinde bir de banyo tuzu taşıyorum deme bana. Eminim şemsiye yoktur mesela yanında.” diyor.
Kahkahalarla gülüyorum, gerekli addedilen hiç bir şeyi yanında taşımayan biri olarak, keyif detaylarını asla pas geçmemekle her zaman gurur duymuşumdur.
Ertesi sabah erkenden uyanıp, trenle Brüksel’e doğru yol alıyoruz. Her gün bambaşka bir şehirde olmak, çok uzun bir tatil yapıyormuş hissi veriyor. Bunu seviyoruz.
İstasyon yakınlarındaki, Brüksel’in meşhur kahvaltı adreslerinden biri olan Peck 47’nin önündeki upuzun sıraya giriyoruz. Kapının önündeki panoda yazan “Güzel şeyler bekleyenlerin olur.” mesajıyla motive olup, uslu uslu sıranın bize gelmesini beklemeye başlıyoruz. Yarım saat sonra önümdeki tabakta duran “the drunken sailor” gerçekten leziz ve doyurucu.
Mekanda kahvaltım kadar çok sevdiğim diğer şey de bahşiş kutusunun üzerindeki mesaj.
Kahvaltıdan sonra, bizden hediye bekleyenlere çikolata almak için Les Galeries Royales Saint-Hubert’e gidiyoruz.
Burası ihtişamlı tarihi bir pasaj ve sağlı sollu, her fiyat aralığında çikolata satan butiklerle dolu. Hediye olarak götüreceğimiz çikolataları aldıktan sonra, Mary Chocolatier’den kendimize birer sıcak çikolata alıyoruz.
Mary, Belçika’nın ilk kadın çikolatacısıymış. Günümüzde de saraya çikolata veren tek çikolatacı. İçtiğimiz sıcak çikolata ise muhteşem lezzetli. Şekeri de kıvamı da tam ayarında.
Kuvvetli kahvaltımız ve sıcak çikolatanın enerjisiyle, sonra saatlerce Brüksel sokaklarını köşe bucak arşınlıyoruz. Sokakları kaplayan waffle kokularına karşı koymak için direnmeden, elimizde waffle’lar ile butikleri geziyor, bol bol fotoğraf çekiliyoruz.
Atlamamanızı tavsiye edeceklerim: Muhteşem kartlar ve kırtasiye eşyaları satan Vanclever ile çok tarz bir butik cafe olan L’atalier en ville.
Yorulduğumuzda, bir önceki gelişimde şehirde en sevdiğim yer olan Grand Place yakınlarındaki, Aksim Coffee’de kahve molası veriyoruz.
Yogitamı istasyonda Münih’e uğurladıktan sonra, adeta orada yaşıyormuş gibi, bir cafe’den kendime meyveli yulaflı yoğurt alıp, biraz ısınmak ve biraz dinlenmek için Airbnb evimin yolunu tutuyorum. Evde duş alıp ısındıktan ve bir yorgunluk kahvesi içtikten sonra, bu blog sayesinde tanıştığım ve Brüksel’de yaşayan süper tatlı bir insanla buluşmak için evden çıkıyorum.
Elimde ev anahtarımı sallaya sallaya buluşacağımız şarap evi Etiquette’ye doğru yürürken, kendimi o şehre hiç yabancı hissetmiyorum. Bir kere daha “Sanırım ben dünyanın her yerinde aidiyet hissediyorum.” diye düşünüyorum. Az sonra, önümüzde şarap kadehlerimiz ve leziz bir şarküteri tabağı ile oturuyoruz.
Onun “Neden olmasın?” diyerek, Türkiye’den Brüksel’e taşınma hikayesi hem çok eğlenceli, hem çok ilham verici. Sohbet o kadar keyifli akıyor ki, fotoğraf çekmeyi bile unutuyorum.
Keyifle saatler geçirdikten sonra, ikinci durağımız Cafe Belga oluyor. Çilekli şampanya kokteyli elimizde, kahkahalarımız yüksek biçimde pazar gecesini kapatıyoruz.
Ertesi sabah İstanbul’a dönmek için evden çıkarken, buzdolabının üzerindeki bir kart gözüme çarpıyor: “Hiç bir şey kesin olmadığında, her şey mümkündür.”
Sonsuz olasılıklar denizinde olmanın keyfini her hücremde hissederek, kendi evime doğru yola çıkıyorum.
Yolda olmanın hep güzel olduğunu hatırlayarak kalın!