Yollarda olmaya ve keşfetmeye bayılan biri olarak, istikamet neresi olursa olsun “gitmeyi” severim. Gittiğim çoğu yer, bana kendimle ilgili bir şey öğretir, harika hikayeler, değişik lezzetler, bakmaya doyamadığım fotoğraflar bırakır.
Ama ikinci kere gitme arzusu uyandırmaz. “Gördüm, deneyimledim, çok güzeldi; ama dünyada daha gezilecek o kadar çok yer varken, neden aynı yere tekrar gideyim ki?” diye düşünürüm. Yeniden gitmem için konser gibi cezbedici bir etkinlik, orada yaşayan sevdiğim bir insan, iş sebebiyle gitmem gerekmesi gibi geçerli bir sebep olması gerekir.
Yine de bazı şehirler var ki, defalarca gitmiş olsam da, doyamıyorum.
Benim için bunlardan biri kesinlikle Berlin.
Duvardan geriye yalnızca sembolik parçalar kalmış olsa da, yakın bir geçmişte ikiye bölünmüş bir şehrin doğusu ve batısı arasındaki farkı hissetmek hala mümkün.
İkiye bölünme tarihi ve o zamandan kalan izleri, ‘techno’nun Avrupa’daki ilk merkezi olması, Berghain gibi dark club’ları, graffiti sevenler için bir mabed oluşu, bir zamanlar Türk işçilerin mesken tuttuğu bölgelerin günümüzde en hipster kısma dönüşmesinin ironisi, kozmopolit olması, bütün bu curcunadan saniyesinde uzaklaştırabilecek devasa parkları, huzur ile karmaşayı bir arada sunabilmesi ve sürekli değişmesi beni gerçekten etkiliyor.
Audrey Hepburn’un meşhur sözü olan “Paris is always a good idea.”nın inadına, “Paris is always Paris, Berlin is never Berlin.” sözü beni daha çok cezbediyor.
Üstelik de, bu sözü doğrularcasına, defalarca yolumun düştüğü bu şehirde, her seferinde bambaşka insanlarla, bambaşka bir ruh halinde, bambaşka bir Berlin deneyimledim. Benim Berlinim, bazen hukuk, bazen dans, bazen keşif dolu oldu; bazen yalnız, bazen biriyle başbaşa, bazen çok kalabalık…
İşte bu yüzden, cuma günü işten çıkıp havalimanına giderken, Berlin’de geçirdiğim günler sayıca epey çok olmasına rağmen, ilk kez gidiyormuş gibi heyecanlı ve keyifliyim.
Bu sefer Berlin’e gitme sebebim, annemle her yılın sonunda gelenekselleştirdiğimiz üzere weichnachtsmarkt’ların peşine düşmek, Türkiye’de çam ağacı kurmak ve yeni yılı kutlamak bile dışlanır hale gelmişken, Christmas ve yeni yıl ruhunu sonuna kadar içimize çekmek…
Benden çok daha önce havalimanına ulaşmış annem, beni elinde minik ve buz gibi şampanya şişeleri ile karşılıyor. Şampanyaların etkisiyle hafif çakır keyif halde, duty free’de parfümlere bulanıp, makyajlarımızı yaptıktan sonra, Berlin’e uçuyoruz. Her yurdışı seyahatinin olmazsa olmaz ritüeli benim için, sıradışı renklerde rimeller sürmek ve kullanmadığım parfümleri denemek. Giderken, İstanbul’dakinden farklı olmayı seviyorum.
Havalimanından çıkıyoruz. Kapının önünde bir araba, camı açmış, Türkçe küfrediyor. “Hiç Berlin’e gelmiş gibi hissetmiyoruz. Pasaport kontrolden geçmemiş olsak, adete iç hatlar.” diye gülüşüyoruz.
Taksiye biniyoruz, büyük bir şevkle, yıllardır rafa kalkan Almancamın üzerindeki tozları silkelemek için taksiciyle Almanca konuşuyorum. Adresi tarif ediyorum, hava su muhabbeti yapıyorum. Sonra anneme Türkçe bir şey söylediğimde, taksici şaşkınlıkla ve Türkçe araya giriyor: “Siz Türk müsünüz?”
Hayda, “Berlin’de yalnız Türkçe bilerek pekala yaşanır.” diyerek yeniden gülmeye başlıyoruz. Almanca tekrar rafa kalkıyor, Türkçeden aynen devam ediyoruz.
Berlin’e en son geldiğimde, önünden geçerken, Casa Camper’i görmüş ve bayılmıştım. Annem de bu seneki doğum günümde bana Berlin seyahati hediye edince, tabii ki bu sefer Casa Camper’da kalıyoruz.
Resepsiyonda inanılmaz bir güler yüzle bizi karşılıyorlar. Üstelik aldığımız tek şey güleryüz ve ilgi değil, bize bir kıyak yapıp, standart odamızı, suit odayla değiştiriyorlar. Odamızın numaraları da annemle benim ayak numaralarımız 37 ve 38.
2018’in muhteşem keyifli ve havalı bir sene olacağına bir işaret olarak alıyorum bunu.
Odamız gerçekten çok güzel. Minimal, modern ve çok zevkli. Gereksiz, abartılı veya ince bir zevk ürünü olmayan tek bir şey yok. Makyaj köşeleri, Camper marka otel terlikleri, odanın içindeki küvet, retro radyo, köşe lambaları, odanın içindeki kitaplar… Çirkin olan tek şey, acil durum çıkış planı. Onun da altına zaten çok sempatik bir biçimde “Çirkin ama önemli” yazmışlar.
Otelin yedinci katında, bir restoran alanı var. Buradaki her şey self-servis ve tamamen ücretsiz. Taze meyveden, smoothielere, kahveden, çeşit çeşit sandiviçlere; salatalardan, tatlılara kadar ihtiyaç duyabileceğiniz her şey var.
Otel müşterilerinden kimse de aç gözlülük yapmıyor. Türkiye’deki açık büfelerdeki tepeleme dolan tabaklar, peçetelere sarılıp götürülenler, çantalara stoklananlar geliyor gözümüzün önüne. Biraz üzülüyoruz. “Neyse ki Türkler henüz bu oteli keşfetmemiş.” diyoruz. Bu otelin Türkiye’de olduğu varsayımını düşünüyoruz, herkes paket sandiviçleri çantalarına atar, tok bile olsa odalarına çıkartır, yiyemeyeceği kadarını önüne alır ve ziyan ederdi muhtemelen.
Sonra bu restoranın ikinci kısmını, barı keşfediyoruz. Burada canınızın isteyebileceği her türlü içki var. Çeşit çeşit şampanyalar, biralar, viskiler, votkalar, cinler… Sistem de şu şekilde işliyor, siz ne içmek isterseniz içiyorsunuz, sonra da orada duran adisyona ne içtiğiniz ile oda numaranızı yazıp bırakıyorsunuz.
Bizim için hala uygulanması ütopik olan bir şey, burada pekala da işliyor.
Almanca dergiler ile leziz atıştırmalıklar eşliğinde otelimizin keyfini sürüyoruz. Odaya çıkınca, köpük köpük küvete yatıp, kahvemi yudumlayıp, dergimi okumaya devam ederken, keyiften dört köşeyim.
Aşırı konforlu yatağımızda, bütün haftanın yorgunluğunu attıktan sonra, sabah erkenden uyanıyoruz. Çünkü Berlin sokaklarında özlediklerimiz var, yeni keşfedeceklerimiz de… Leziz bir kahvaltıdan sonra, erkenden otelimizden çıkıyoruz.
Berlin’e yolunuz düşerse ve otelde keyif çatmaya ayıracak zamanınız olacaksa, Casa Camper’i şiddetle tavsiye ediyorum.
“Yeniden Berlin-1: Casa Camper Otel” üzerine bir yorum