Etrafımdaki kadınlara bakıyorum. Hepsi ayrı ayrı güzel kadınlar… Kendilerine bakıyorlar, gayet güzel işlerde çalışıyorlar, kişisel gelişimlerine zaman ayırıyorlar, seyahat edip okuyarak vizyonlarını durmadan genişletiyorlar. Komikler, sevgi dolular. Hayatlarında yalnızca tek bir şeyin eksik olduğunu söylüyorlar.
Doğum günü pastalarını üflerken, türbe ziyaret ederken veya dilek dilenebilecek herhangi bir anda, gözlerini kapattıklarında dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrılıyor. Söylemeseler de biliyorum; aşk diliyorlar.
Birkaç kadının bir araya geldiği her zaman konu mutlaka erkeklere vardığında açık açık söylüyorlar da zaten. Kötü geçen buluşmalardan sonra hayal kırıklıklarını paylaşırken de isyan ediyorlar: “Nerede bu adam?” diye. “Bu adam”, hayatlarının aşkı olacak ve bir türlü karşılarına çıkmayan adam.
Tanıdık geldi değil mi?
Evlenenlerin, uzun ilişkiler içinde olanların, bir adamla taze taze görüşmeye başlayanların da apayrı dertleri var. Bütün kadınlar, topluca “aşk” peşindeyiz.
Hani bazı erkekler için, çok da iyi olmayan bir anlamda “karı kız peşinde koşuyor” derlerdi ya; öyle bir dönemdeyiz ki, erkeklerden çok kadınlar arıyor: “O”nu, hayatlarının aşkını, muhteşem ilişkiyi…
Erkekler ise çok daha rahat yaklaşıyor bu konuya. (Erkekler derken, ülkedeki bütün erkeklerden değil, kaymak tabakadan bahsediyorum. Bir kadınla karşılıklı kaldığında kalp krizi geçirecek kadar heyecanlananlar, “kadın olsun, ne olursa olsun” derecesinde çaresiz olanlar bu yazının tamamen kapsamı dışında.)
Özellikle keyifli vakit geçirdikleri yakın arkadaşları ve onlara iyi kazanç sağlayan bir işleri varsa…
Hiç acele etmiyorlar, kendilerini de herhangi bir şeyden eksik hissetmiyorlar. Keyif aldıkları şekilde hayatlarını yaşıyorlar, öncelik listelerine “aşık olmayı” koymuyorlar, aşık değillerse “hayatım eksik” triplerine hiç girmiyorlar.
Beğendikleri, yolları kesişen kadınlarla görüşüyor, içlerine sinmeyen bir şey olursa sakince uzaklaşıyorlar.
Kadınların aksine, görüştükleri birisi hayatlarının aşkı çıkmadı diye, bütün hayatlarını ve kendilerini sorgulamaya başlamıyorlar. Aceleleri, çaresizce bekleyişleri veya ısrarlı bir arayışları yok.
Canları bir kadınla sevişmek istediğinde de, bir kaç tatlı jest ile bir kadını ayartmaları da çok zor olmuyor. Çünkü kadınlar da eskisinden rahat, fakat çoğu zaman bütün o rahat görüntünün ardında “Belki o adam bu adamdır.” umudu yatıyor. Bu yüzden erkek açısından “ne güzel tatlı tatlı takılıyorduk” olarak tanımlanan günlerin ardından, kadınlar haftasonları aranmadıklarında kriz çıkartmaya, adamları hastalıklı sayılabilecek biçimde “stalklamaya” başlıyorlar. Adamlar ne olduğunu çok da anlamadan paniğe kapılıp uzaklaşırken, kadınlar ise asıl çelişkili davranan kendileri değilmişçesine, toplu kadın sohbetlerinde bu adamlara saydırıyorlar.
Çünkü hayatlarında bir sürü krizi ustalıkla yöneten, her şeye aynı anda yetişen kadınlar, konu erkekler olduğunda çaresiz küçük kız çocuklarına dönüşüyorlar.
Bunda biz kadınları hep, bir gün karşımıza çıkan bir adamın bütün hayatımızı değiştireceğine, aradığımız mutluluğu vereceğine ve “birlikte sonsuza dek mutlu” yaşayacağımıza inandıran masalları ve “yetişkin kadınlara masallar” olarak tanımlayabileceğim romantik filmlerin de büyük payı olduğunu düşünüyorum.
Çocukken dinleyip durduğunuz masalları bir düşünün, erkek kahramanlar, prensler hep tam zamanında yetişip, çaresiz başkahraman kadınları kurtarıp, onlara yepyeni ve mutluluk dolu bir hayat sunmuyor muydu?
Benim kuşağımın bağımsız ve özgür kadın sembolü olan “Sex and the city” dizisinde bile, başkahraman Carrie Bradshaw, Mr. Big ile bütün sorunları çözüp, gel gitleri atlatıp sonsuza dek mutlu yaşamak üzere evlendiğinde hikaye bitti.
Masalların biz kadınların zihnine yaptığı kodlamaların yanı sıra, bununla tutarlı biçimde sürekli devam eden bir toplumsal baskı da var. Ne kadar modern bir çevrede yaşarsanız yaşayın, mutsuz evliliklerin içinde kıvrananlar bile sürekli evlenmeniz gerektiğini size hatırlatmaktan hiç geri durmuyor.
Bir kadın ne yaparsa yapsın, neleri başarıp, ne kadar mutlu olursa olsun, evlenmediği sürece hep “bir şeyi eksik yapmış” kabul ediliyor.
Ben son derece açık fikirli ve özgürlükçü bir ailede dünyaya gelen şanslı kadınlardan biriyim. Annem ile babam, -özellikle de hızla evlenip, aynı hızda boşanan ve bir de hayatlarına çeşitli tramvalar ekleyen arkadaşlarının çocuklarını gözlemledikten sonra- “ben mutlu olduğum sürece” bekar kalmamı desteklese ve hiç bir zaman “Artık evlenme zamanın geldi.” gibi bir baskıya beni maruz bırakmasalar da, bal gibi biliyorum dört gözle ve içtenlikle bir torun sahibi olmayı bekliyor ve arzuluyorlar.
Annem evdeki kedimle, torunuyla konuşur gibi konuştuğunda; babam Ege’nin bir köyünden ekmek alırken, kendisine karabuğdayın faydalarını anlatan satıcıyla, “Torun da yapıyor mu?” diye şakalaştığında düşünmeden edemiyorum: Belki de onların benim için yaptığı onca harika şeye teşekkür olarak bir çocuk doğurmam lazım, diye. Böyle zamanlarda “Bekar kalmayı tercih etmek bir bencillik biçimi mi?” diye de düşünüyorum. Sonra onları en çok mutlu edecek şeyin, benim mutluluğum olduğu teziyle savuşturuyorum bu düşünceleri.
Uzun zamandan sonra görüştüğüm her aile dostumuz, parmaklarımda bir yüzük arayıp, “Yok mu bir şeyler?” diye sorduğunda sinirlenmeyi veya kendimi açıklamaya çalışmayı bırakalı çok oldu. “Kütür kütür seviştiğim bir adam var hayatımda, üzerinize afiyet.” diye cevap vermeye başlayacak kadar cüretkarlaşmama ise sanırım çok az kaldı.
Yine de çok iyi biliyorum ki, bunlar pek çok hemcinsimin karşılaştığı baskının yanında gülünüp geçilecek şeyler. Masalların yanı sıra, bu toplumsal baskıyı da suçluyorum kadınların çaresiz arayışlarında.
Peki ya çözüm ne? Topluca bunlardan etkilenmeye devam ederek, hayatımızın göbeğine “o”nu aramayı mı koyacağız?
Yoksa kendi doğru bildiğimizi yapmaya devam ederken sürekli derinlerde bir yerlerde “Gelecekte pişman olacağım yanlış bir şey mi yapıyorum acaba?” endişesini mi taşıyacağız?
(Devamı gelecek. 🙂 )
Merhaba Sezen:) Ne güzel yazıyorsun.. Çocuk konusunda fikrim şudur, belki de annen ve baban çocuk sahibi olmanın ne kadar şahane bir duygu olduğunu bildikleri için senin de bu duyguyu yaşamanı istiyorlardır? Haz peşinde koştuğun hayatında (bence) dünyanın en şahane duygusu olan anneliği de yaşaman gerekmiyor mu bir gün? Umarım bir gün anne olursun diyerek en güzel dileği senin için diliyorumi): Sevgiler…
BeğenBeğen
Bir gazete yazısıydı , ilişkiler parmak izi gibidir diyordu . Biri diğeri ile aynı değildir. Her evlilik aşkı öldürmez , en yüce duygu annelik olmayabilir , 40 çok geç değildir , ikinci evlilik mükemmel olabilir … Ne kadar çok değişken varsa o kadar çok da alternatif bulunabilir. Bu nedenle “akışına bıraktım ” . Geldiği gibi kabul ediyorum hayatı . Ama diğer tarafta birşeyler kaçırıyor olduğum duygusu da hep var ama bu duygu ile de başetmek gerek kanaatindeyim.
BeğenBeğen
A’dan Z’ye her dediğine her dediğine senle aynı yaşlarda bir kadın olarak %100 katılıyorum. Ama en çok katıldığım nokta; kendileri mutsuz evlilikler içinde yaşarken ve tutkulu aşk dolu günlerini özlerken, senin gibi -tam da onlarım özendiği hayatı yaşayan- insanları da evlenmeye özendirmeye çalışmaları, hatta gizliden gizliye mahalle baskısı oluşturmaları… Oysaki durum tam tersi olsa sanki hayat herkes için çok daha kolay olurdu. Umarım böyle yazılarından daha çok okur ve okuturuz. Seni yazıların sayesinde 9 yıldır severek takip ediyorum. Umarım daha çoook uzun zaman da takip ederim. Dünyaya senin gibi tabuları yıkan, kendi doğrularının peşinde giden, cesur ve özgüvenli kadınlardan daha çok lazım. Emin ol yazıların bu konuda çok işe yarayacak 🙂
BeğenBeğen
Mesela ben mutlu sayılacak bir evliliğe sahibim ama Sezencigime ozendigim çok doğru. Siz de çok haklısınız insanları evliliğe ve dahası çocuk yapmaya ozendirmeye çalışan çok insan var. Evlilik hiç kolay birşey değil hele ki çocuk. Yani tamam güzel ve çok özel bir duygu ama sanırım kültürel yapimiz sebebiyle zorluklardan bahsedemiyor insanlar anneliği hep çok mükemmel ve kutsal bir yere koyuyorlar oradan da indirmiyorlar. Ben sanki kadınlar arasında bu gizli bir sirmis gibi düşünüyorum. Tüm anneler inanılmaz zorlanıyor herkes bekar yada hiç olmazsa çocuksuz günlerine dönmek istiyor ama bunu annelik çok harika çok muhteşem diyerek dile getiriyorlar. Bu ayrıntıyı gördüğünüz için siz de sezen de çok şanslısıniz.
Sezencigim çocuk annenizi mutlu etmek için yapılacak bir şey değil gerçekten. Zorlukları insan hafızası çok çabuk siliyor. O yüzden anneler çocuk büyütmeyi /yetiştirmeyi çok mutlu hatırlıyor olabilirler ama ben şuan olayların tam merkezinden yazıyorum. Dört ve iki buçuk yaşlarında iki bebeğim var . Burada sular çok bulanık sakın gelmeyin ☠️😳
BeğenBeğen
Selam. Kadın ve erkeklerin bu kadar farklı davranmasının altında toplumsal kodlar kadar biyolojik faklılıkların da olduğunu düşünüyorum. Zira kadın doğurganlığı ve albenisi (klasik anlamda toplumsal albeniden bahsediyorum, genel olarak ne kadar genç o kadar güzel algısı var zira;) yaşla azalırken erkek istediği zaman üreyebilir ve genelde yaşlandıkça olgunlaşıp hoşlaşır, tercih edilirliği artar. Bu durumda hem toplumsal bilinçaltımız hem de biyolojik saatimiz ne kadar modern ve rahat olursak olalım alttan alttan dürter durur. Erkekte kaçan bir tren yoktur, ama çocuk sahibi olmak isteyen bir kadında tren 35-40 civarı çufçuflamaya başlar.
Tabii bu genel durumdur, istisnalar da eminim çoktur. Çocuğun bir ”must” olduğunu 2 yaşında bir çocuk annesi olarak kesinlikle düşünmüyorum. Dünyanın en güzel duygusu, yarımdım
tamamlandım, çocuktan önce ben ben değildim gibi söylemleri de hayretle izliyorum.
Sevgiler, aşkla kal 😉
BeğenBeğen