“Sürekli partilediğim için duygularımla mı yüzleşemedim henüz?” diye kendimi sorguluyorum.
Sonuçta bana kötü şeyler yaşatmış olsa da, benim için “öylesine” bir adam değildi. Onun yanındayken ve kollarının arasındayken mutlu bir kadındım. Yine karmakarışık oluyorum. Başa dönüyoruz. Biraz eve ve içime kapanıyorum, kağıt arşivlerimi temizliyorum, eski günlüklerimi okuyorum.
Fark ediyorum ki, biz olup bitenlerden sonra bütün rakı masalarında adamı ve adamın yaptıklarını konuşup onu çözmeye çalıştık. Orası yanlış noktaydı. Orası onun sorunuydu. Benim kendimi çözümlemem lazımdı.
Ben niçin onunla birlikteydim? Onda neyi çekici buluyordum? Nelerden rahatsız oluyordum? Yaşadığım şeyler evet çok çirkindi; ama benim dağılma sebebim tam olarak neydi?
Oturup bütün hislerimi ve düşüncelerimi yazıyorum. Bazen sakin, bazen öfkeli, bazen gülerek sayfalar dolduruyorum. Daha önceleri, onunla birlikteyken yazdıklarımı okuyorum.
Ve karşımda duran bilançoya inanamıyorum. Adeta en az altı aydır borca batık şirkette, ben hala yatırım planı yapıyormuşum!
Onunla zevklerimiz uyuyordu, güzel gezip tozuyorduk, farklı yönlerimizle eğleniyorduk, aramızda güzel bir çekim vardı. Diğer yandan paylaştığımız şeyler “benim bir ilişkiden beklentilerimin” yakınından geçmiyordu! Ben kendimi çok uzun bir süredir değersiz ve sevilmiyormuş hissediyordum, bunlar benim için gayet önemli ve temel sorunlardı, üzülüyordum; ama olağanüstü bir kabalık yapmadığı sürece, bunlar hiç yokmuş gibi kendi kendimi adama ve ilişkiye motive edip duruyordum!
Bir arkadaşım yapsa, “Silkelenip kendine gel! Niçin kendini bu duruma sokuyorsun?” diye çemkireceğim şeylerin hepsini bizzat istikrarlı biçimde yapıyordum.
Biri ondan, biri benden kaynaklanan iki sebebi vardı.
Spiritüel çalışmalarımın sonucunda “Akışına bırakmak” ile “Beklentisiz olma”yı tamamen birbirine karıştırmıştım ve beklentisiz bir kadın olmak için yırtınıyordum. Büyük bir saçmalıktı. Ben adamın hayatındaki harika bir şeydim! Ona güzel şeyler sunuyordum, mutlu ediyordum, fıstık gibi hatundum. İstediğim şeyler de yatlar katlar, abartılı şeyler değildi ki!
Bir ilişkide zaten olması gereken şeylerdi! O benimle aynı fikirde değilse de, zaten birlikte bir ilişki yaşama ihtimalimiz yoktu ki…
Ama ben her şeyin kendiliğinden harika bir peri masalına dönüşeceğine inanmıştım. “Beklenti” kelimesini telaffuz dahi etmiyordum, değil beklentilerimi dile getirmek…
İkincisi onun manipülasyon yeteneğinden kaynaklanıyordu. Her seferinde kendisinin makul ve mantıklı olduğuna, benim çok duygusal davrandığıma ve abarttığıma beni ikna etmişti!
Beni kırdığı bir konu ile ilgili oturup ona tane tane hissettiklerimi yazdığımda, oturup düşünmek yerine, fikir almak için, eski sevgilisinin ikiziyle içmeye gitmek gibi aşırı düşüncesiz ve manasız hareketler yapabiliyordu. Buna benzer onlarca anda ben, “Sikerler belanı, ne biçim davranıyorsun sen?” demek yerine, “Yahu ben mi abartıyorum acaba? Çok mu duygusal davranıyorum?” diye kendi kendimi yiyip bitiriyordum.
Bütün bunları alt alta koyduğumda dehşete kapılıyorum. Hak ettiğimden ve yaşayabileceğimden çok daha azına razı gelerek, ben kendime ne yapmıştım? Hormonlarıma bu kadar mı yenik düşmüştüm? Yoksa adam benim “beklentisiz olup “harika bir ilişki yaşama projem” miydi?
Niçin çıkıp gitmemiştim? Neyin peşindeydim? Neden vazgeçemiyordum?
Aradan biraz zaman geçtikten sonra bu düşüncelerimi toparlayıp, beni liseden beri çok iyi tanıyan bir arkadaşıma itiraf ediyorum. Ben büyük bir itirafta bulunduğumu sanıyorum; ama aslında bir tek ben ne yaptığımın farkında değilmişim.
“Sezen, sen kendini bu adamda temize çıkartmak, düzgün bir ilişki yaşamak istedin. Uzun bir süredir sana “Nasıl gidiyor?” diye sorduğumuzda, coşkulu ve mutlu bir cevap vermiyordun zaten. Senin uçtuğun, ayaklarının yere basmadığı hallerini biliyorum, sende bunu uzun süredir görmüyordum.
Adam seni çok düzgün, çok mantıklı, her şeyi doğru yapan bir adam olduğuna ikna etmişti. Onunla tanışan herkes onu çok seviyordu. Sen de bütün mutsuzluklarında ve canını sıkan olaylarda kendini suçluyor ve sorguluyordun. Hep “Ben mi büyütüyorum acaba?” diyordun.
Adam sana çıkış biletini verene kadar sen o ilişkiden kesinlikle çıkmayacaktın. Aksi takdirde güzel bir şeyin içine sıçtığını düşünerek yersizce kendini suçlayacaktın. Senin kendi kendine ispatlamak istediğin bir şeydi o ilişki.” diyor.
Benim günlerce düşünüp ulaştığım nokta, aslında dışarıdan bakabilince gayet aşikarmış.
Yaptıkları ve olup bitenler değildi beni darmaduman eden… Beni her zaman mantıklı ve makul olduğuna ikna edip, sonra en karaktersiz ve en dengesiz davranış ve açıklamaları yaptığıyla yüzleşmekti. Kendimi Jet Fadıl’dan Maldivler’de bir ev almış, aylarca taksitlerini ödemiş ve dolandırılmış hissediyordum.
Bütün bunlarla yüzleştikten sonra rahatlıyorum. O kadar spiritüel okumalarımız ve çalışmalarımız boşa gitmesin diyorum. Hislerimi bastırmıyorum, ama hissettiklerimin düşünmeye dönüşmesini engelliyorum. Konu hakkında bir daha asla analiz ve sorgulama yapmıyorum. Yavaş yavaş hislerim de azalıyor. Çok geçmişte yaşanmış gibi gelmeye başlıyor bana bir süre sonra.
Ardından içim rahat, tası tarağı toplayıp Akyaka’ya gidiyorum, çok sevdiğim bir arkadaşıma sığınıyorum. Sanki hep orada yaşamışçasına, oranın ruhuna adapte oluyorum ilk günden. Koşturmadan, plan yapmadan, düşünmeden kendi hayatıma bir mola veriyorum.
Bir gün Orman Kampı’nda, bana özel ve benden başka kimsenin olmadığı, ağaçlarla çevrili kayalık alanda yatarken, saçlarımdan deniz suyu damlarken ve kafam çok güzelken, inanılmaz spiritüel bir an yaşıyorum. Güneş ağaçların arasından, gökkuşağı gibi çeşitli renklere bürünerek üzerime akıyor. Ağaç dalları rüzgarla hafif hafif sallanarak hışırdıyor. Kayanın hemen dibinden masmavi şahane bir deniz başlıyor. “Anda kalmak, anı yaşamak” dedikleri şeyi, ilk defa bu kadar derinden hissediyorum. Toprağın üzerine havlumu serip uzanıyorum, vücudumun bütün ağırlığını yere bırakıyorum.
“Hayat çok güzel be! Ben çok güzel bir kadınım.” hissi her hücremi kaplıyor.
O gün, orada bir şeyler değişiyor. Çarklar yerli yerine oturuyor. Kırılmış parçalarım toplanıyor. Kendimi suya bırakıyorum. Denizden çıktığımda bir şeylerin değiştiğini her hücremle hissediyorum.
Eve doğru yürürken, güneş arkamdan batıyor. Red Kit sahnesi gibi. Kendi gölgem önüme düşüyor. Gölgeme bakarak yürüyorum, “Ne yollar yürüdüm bu güne kadar. Daha yürünecek çok yolum var!” diye mırıldanıyorum kendi kendime. Kendi gölgem bana güven veriyor. Garip bir tamamlanma hissediyorum içimde.
Ve gerçekten o andan itibaren bir şeyler değişiyor. Tantra hocamı anıyorum. Bir radyo benzetmesiyle anlatmıştı bana bu yasayı: “Sen hangi radyoyu dinlemek istiyorsan, o frekansa geçmelisin.”
Benim frekansım değişiyor ve hayat bana bir anda bonkörleşmeye başlıyor.
Bir mekana gidip oturuyoruz, hoop oranın sahibi beş dakika sonra yanıma oturup, harika kokteyllerinden ısmarlamaya başlıyor. Tanıştığım çok hoş adamlardan çok güzel davetler yağmaya başlıyor. Kendimi bir anda yüzünde muzip bir gülümsemeyle pıtır pıtır mesajlaşan, ısmarlanan kokteylleri deviren bir kadın olarak buluyorum.
(Devamı gelecek 🙂 )
“Cin Tonik Kokulu Aşklar – 2” üzerine 2 yorum