Akyaka’ya yolum ilk defa bundan üç yıl önce düşmüştü. Hukuk fakültesinde okuduğumuz dönemlerde bir sürü anımı paylaştığım yakın arkadaşım Güzin oraya taşınınca… Hepimizin hayatında bir ilk olmuştu, nisan ayında denize girmek. Sokaklarda ve sahillerde kimsecikler yokken tanışmıştık Akyaka ile.
Sonrasında Akyaka, bizim aramızda “modern kadının mor çatısı” oluverdi. Hayatımızda bir şeyler tepetaklak gittiğinde kendimizi hep orada bulduk. Güzin’in “Neler oluyor anlatmak ister misin bilmiyorum, ama bence atla gel buraya. Sana da çok iyi gelir.” davetleri, onun ve eşinin her zaman samimiyetle evlerini açması, Akyaka’nın diğer tatil yörelerine göre nispeten daha sakin oluşu, çok bir planlama yapmadan yalnızca minik bir çanta toplayıp İstanbul’dan uzaklaşmak gerçekten her zaman ruhumuza çok iyi geldi. Benim kendi çapımda bir dibi görüp çıkış hikayemin günlükleri olan Cin Tonik Kokulu Aşklar serisinde de aynen şöyle yazmışım iki yıl önce:
“O gün, orada bir şeyler değişiyor. Çarklar yerli yerine oturuyor. Kırılmış parçalarım toplanıyor. Kendimi suya bırakıyorum. Denizden çıktığımda bir şeylerin değiştiğini her hücremle hissediyorum.”
Bu sene mor çatıya sığınmak için bir sebebim olmasa da, özlediğimden planlar arasına alıyorum Akyaka’yı. “Babam Teos’tan Bodrum’a geçerken beni bırakır.” rahatlığı içinde İstanbul’dan değil, Teos’tan geçmeyi planlıyorum. Babam Bodrum’a gitmekten vazgeçince, kendimi İzmir – Marmaris otobüsünde buluyorum. Üstelik de tarih 15 Temmuz olduğu için yollar aşırı kalabalık, sonsuza dek sürecek bir yolculukmuş gibi çok yavaş gidiyoruz. Hiç bir acelem yok, herhangi bir net dönüş tarihim de yok. Çantamdan seksi romanımı çıkartıyorum, kulaklıklarımı takıp onun içine gömülüyorum.
Bu Covid vesilesiyle aşırı alıştığım bir şey: İki güne sıkıştırılmayan tatiller. Cuma akşam iş çıkışında yollara düşüp, iki günde her şeyi yapıp, pazar akşamları geri döndüğüm ne çok seyahate çıktım. Senelerce… Şimdi bakınca inanamıyorum. Yapılacaklar listem yok. ‘Mutlaka görmeliyim’lerim de… Tamamen keyfe göre yollara düşmenin hazzını deneyimledikten sonra, eskisi gibi sıkıştırılmış tatillere dönebileceğimi de hiç sanmıyorum.
Host, “Akyaka” diyerek beni otobüsten indirip otoyolun kenarında bırakıveriyor. Bu otoyolu tanıyorum, daha önce de bir gece yarısı Akyaka’dan Kaş’a gitmek istediğimde buradan otobüse binmiştim. Beni o gece buraya bırakan taksici abiyi arıyorum, o gelene kadar da yol kenarındaki markete giriyorum. İçecek bir şeyler götürmek için bakınırken, kasada duran altmışlı yaşlardaki amca ile sohbet ediyoruz. On beş dakika sonra, elimde neli olduğunu bilmediğim bir şişe pembe cin, amca ile kapı önünde oturmuş birer sigara içiyoruz. İşçi olarak İsviçre’ye gittiğini, sonra motorsiklete sevdalandığını, dünyanın büyük bir kısmını gezdiğini dinliyorum. Onun Patagonya fotoğraflarına bakıyoruz.
Gözlerinin içi ışıldıyor. Yaşına rağmen hayata karşı coşkusunu yitirmeyen insanları çok seviyorum. Hikayesinin bir kadına sevdalanıp buraya taşındığını ancak işlerin planladığı gibi gitmediği kısmına geldiğimizde beklediğim taksi de geliyor. Dönüşte yine buradan otobüse binip dönecek olursam bir saat erken gelmeye, birlikte bir bira içerek hikayenin devamını dinlemeye söz veriyorum.
Taksiye bindiğimde gülüyorum. Otoyol kenarında otobüsten inip, tekelci amcanın Patagonya maceralarını dinledim. Bu tatil çok iyi geçecek biliyorum.
Eve, çok sevdiğim enişteme cin şişesini uzatıp “Bizi sula, uzun yoldan geldim.” diyerek giriyorum. Kadehlerimizi tokuşturarak merhabalaşıyoruz. Sonra akşam yemeği için Rahat Meyhane‘ye gidiyoruz. Burası Akyaka’nın merkezinde, en işlek sokağın üzerinde akşam rakı ve meze için ilk akla gelen adres.
Tam rakı kadehlerimiz doluyor, sohbete başlıyoruz, kapıdan içeri çok çok eskiden Adana’dan tanıdığım iki arkadaşım giriyor. Bir tanesini en son uzun yıllar önce Cihangir’deki evimde görmüştüm, diğeri ile de geçen yaz ortalık kapalıyken evde nefis rakı ve dans geceleri yapıp sonra kendi curcunamızdan görüşemez olmuştuk. Ve Akyaka’da hep birlikte Rahat Meyhane’de bir masanın etrafında oturuyoruz.
Planlayıp seyahatlerde denk gelelim desek bu kadar pratik bir biçimde aynı rakı sofrasında buluşamazdık muhtemelen. Sohbet de rakılar da yağ gibi akıyor.
Rakımız bitince, dans etmek için Mekan Akyaka‘ya gidiyoruz. Daha önce Akyaka Gece Hayatı yazısını yazdığımda olmayan tazecik bir mekan. Muz ağaçlarının arasında, etnik bir halının üzerinde, açık havada DJ kabinin önünde dans ediyoruz. Otantik, elektronik, yazlık. Cin üzerine rakı içmemişiz gibi, “Hadii shooot!” diyorum. Aklı başında birinin beni durdurması gereken noktadayız, ama her zamanki gibi herkes bana uyuyor. Jager shotlar devriliyor.
Oradan bildiğim kadarıyla Akyaka’nın ilk mekanı olan No.22’ye geçiliyor. Müzik bittikten sonra, biralar içilerek oturuluyor, sohbetler ediliyor. Meyhanede unutulan cüzdanı almak için tekrar Rahat Meyhane’ye dönüyoruz -ki o sırada aynı arkadaşımızın her gün cüzdan, gözlük vs. kaybederek hayatımıza aksiyon ekleyeceğini henüz bilmiyoruz.
Evin salonunda cinin geri kalanını devirip çılgınlar gibi sabaha kadar dans ederken de, ertesi gün uzun zamandır yaşamadığımız şiddette bir hang-over ile uyanacağımızı da…
Daha ilk günden maceralı ve hızlı başlıyoruz. Sabah soda içerek, kendime gelmeye çalışırken Akyaka’nın bana yine çok iyi geldiğini düşünüyorum. Bu sefer sarılacak bir kalp yarası yoktu, dökülecek kurtlar vardı, özlenen ergen hareketler ve güzel insanlar. Akyaka ilk günden uzun bir geceyle bana bunların hepsini veriyor.
“Fotoğraf bile çekmeyi unuttuğum Akyaka tatilinden notlar – 1” üzerine 3 yorum