Beni Alaçatı’ya götürecek olan transferi beklerken heyecanlıyım. Defalarca telefonumu çıkartıp saçımı ve rujumu kontrol ediyorum, güneş lekelerimi pudrayla yeteri kadar saklayabildim mi acaba diye endişeleniyorum.
Aslında o sırada asıl endişem dış görünüşüme ilişkin değil. Alaçatı’ya bu sefer kız arkadaşlarımla eğlenmeye gitmiyorum, doğrudan onun yanına gidiyorum. “Ya geçen seferki kadar güzel zaman geçiremezsek birlikte?” asıl endişem. Bunu gidip denemeden bilemeyeceğimden, o sırada kontrol edebildiğim şeylere takılıyorum: Saçıma, rujuma, güneş lekelerime…
Sonra gülüyorum kendi kendime. Bir adamın peşinden kalkıp 12 saatlik uçuşla San Francisco’ya gitmiş bir kadınım. Ne zaman, bu kadar temkinli bir kadına dönüştüm ben?
Çocukluk arkadaşım da orada, en kötüsü gece onda kalırım. Ya da atlar geri dönerim, bir saatlik yolun lafı olmaz.
Rahatlıyorum.
Transfer aracı beni almaya geldiğinde, ondan da mesaj geliyor. “A LA RA KO ÇAK nasıl yaratıcı bir isim bu böyle? Bu akşam da Alara Koçak mısın?” diye soruyor.
Hoşuma gidiyor, beni gerçekten bekliyor. “Kapıdan Alara Koçak olarak girmek istiyorum. Olur mu?” diye soruyorum. “Olmaz mı?” diye cevaplıyor.
O bir saatlik yol bana uzadıkça uzuyor, sonunda buluşacağımız mekanın kapısına gece yarısına doğru ulaşıyorum.
Kapıdaki görevli rezervasyon isim listesini çıkartıyor, “Adınız neydi?” diye soruyor. Saat 22:00’den sonra içeri almadıklarını biliyorum, yemek yemeyen yalnızca içmeye gelen müşteriyi kabul etmiyorlar. Muhtemelen az sonra onu arayıp, “Beni kapıdan al.” demek zorunda kalacağım, diye düşünüyorum.
Bir kaç dakika tereddüt ettikten sonra adamı “Alara Koçak” diye yanıtlıyorum. Adam hemen isim listesini bir kenara bırakıyor, listeye hiç bakmıyor bile. Yüzünde kocaman muzip bir gülümsemeyle beni baştan aşağı süzüyor “Hoşgeldiniz Alara Hanım, lütfen buyurun. Bekleniyorsunuz.” diyor.
Gerçekten bununla uğraşmış, kapıdaki adama benim gelişimi ve kendime uydurduğum ismi tembihlemiş. Oyunuma benden daha çok katılmasına, dünya kadar işi varken bunu düşünmesine mest oluyorum.
Mekanın kapısından içeri giriyorum, çoktan sarhoş olmuş delicesine dans eden kalabalığın arasından geçerek bara doğru yürüyorum.
Çok güzel, üzerinde renkli çiçek desenleri olan siyah bir gömlek giymiş viskisini yudumlayan adam o kalabalıkta bile hemen göze çarpıyor. “Hoş adam be!” diye düşünüyorum. Dans ederek yanına gidiyorum, kocaman gülümseyerek bana sarılıyor.
Dudaklarına yapışmak istiyorum, ama onun iş yerindeyiz. Çekinerek soruyorum. “İstediğim gibi davranabiliyor muyum burada sana? Yoksa ciddi olman mı gerekiyor?”
“Ne istersek yapabiliriz.” diyor o kendinden emin gülüşüyle. Beni öperken soruyor, “Ne içersin?”
Her zamanki gibi cin tonik söylüyorum. Onun kolları belime dolanmış olarak barda dururken, içimden “İyi ki gelmişim.” diyorum.
“Seninle o gün ve geceyi konuşmak istiyorum. İnanılmaz değil miydi her şey? Çok eğlenmedik mi? Yoksa sadece bana mı öyle geliyor?” diye soruyor. “Gerçekten çok iyiydi.” diyorum kocaman gülümserken ve ona sokulurken.
Alaçatı’da olmayı ne kadar sevdiğinden ve yazın sonuna yaklaştığımızdan İstanbul’a dönüşünden yakınıyor. “Ama bu kış seninle komşu olarak harika geçebilir.” diyor. Bir yandan hoşuma gidiyor, benimle daha aylar sonra başlayacak kışı planlaması, ama bir yandan da hala yazı yaşarken ve ikimiz birlikte Alaçatı’dayken kışı düşünmek istemiyorum. “Boşver şimdi kışı. Yaz devam ediyor, Alaçatı’dayız ve harika zamanlar bizi bekliyor.” diyorum dans ederken.
Biraz sonra bana denizi gösteriyor. Tepedeki dolunay, denizin üzerine yansıyor ve bütün o curcunanın, dans eden insanların arkasında inanılmaz güzel bir manzara var.
“Hadi sahile gidelim, izleyemediğimiz gün batımını dolunay izleyerek telafi edelim” diyorum. İçkilerimizi alıyoruz, elimden tutuyor ve “Karteeel bir numara cehennemden çıkan çılgın Türk” diye avaz avaz şarkı söyleyip dans eden kalabalık bir güruhun arasından geçerek, sahildeki cibinlikli yataklardan birine gidiyoruz. Nefeslerimiz, kalp atışlarımız, kollarımız, bacaklarımız birbirine dolanmış orada uzanıp manzarayı izliyoruz.
Biraz manzarayı izledikten sonra, “Hadi dans etmeye gidelim!” diyoruz. O sırada onun yüzüne bakıyorum, dudağımdaki kırmızı ruj onun burnundan çenesine kadar yayılmış halde. Kahkahalar atıyorum, “Bence bu şekilde gitme oraya.” diyorum. O da bana bakıp gülüyor. “Kendini farklı halde mi sanıyorsun?”
Kalabalığın arasından geçmemek için, bütün sahili yürüyerek, arka taraftan tuvaletlere gidiyoruz. Tam tuvalete gidecekken, çalışan bir kaç kişiyle karşılaşıyoruz. Yüzlerinde şaşkınlık ifadesiyle kırmızıya bulanmış suratlarımıza bakıyorlar. Umurumuzda değil.
Bütün suratımıza yayılan kırmızılıkları temizledikten sonra Kruz’a yürüyoruz. DJ’in hemen arkasındaki locaya geçiyoruz. İçkilerimizi söylüyoruz, danslar ediyoruz. Saatler geçiyor, içkilerimizin arasına tekila shot’lar giriyor, zaman kavramı yok oluyor, hatırlanan parçalar kopmaya başlıyor.
Geçen sefer üzerine oturup, aşağı sarktığım barı gösteriyorum. Anlıyor aklımdan geçeni. “Hayatta olmaz.” diyor. “Bana hayır mı diyorsun?” diye takılıyorum.
Gülüyor, “Yalnızca bir kere ama!” diye pazarlığa başlıyor. Benimle pazarlık yapıldığında abartmaya daha meyilli olduğumu bilmiyor. Beni bara oturtuyor, ellerimden sıkıca tutuyor. Kafa aşağı denize sarkıyorum. Bir kere daha, bir kere daha. “Beni kandırdın, yalnızca bir kere diye anlaşmıştık.” diye sitem edip kucaklayarak beni aşağı indiriyor.
Dans ederken, bir kadın eteğime içki döküyor, sırılsıklam eteğimle, onun peşinden mekandan çıkıyorum. “Eteğime ne dökülmüş bir tatsana” diyerek eteğimi ona uzatıyorum. Bacaklarımı öperken “Bira sanırım.” diyor. “Lanet olsun, gidip karıyı parçalayacağım. En azından şampanya dökülmesini hak ediyordum.” diyorum, “Delisin sen!” diyor.
Artık gün doğumunu izlemeyi başaralım diye sabaha karşı uyumadan önce hep alarm kurmaya niyetleniyoruz. Alarm kurmayı da unutuyoruz, gün doğumunu da kaçırıyoruz. Çok da dert etmiyoruz keyfimiz yerinde.
Aylardır tatil yaptığım için henüz tam idrak edememiş olsam da İstanbul’a dönmeliyim, çünkü işe başlıyorum.
Dönüş uçağımı yakalama zamanım geldiğinde, bana bir transfer çağırıyor, bir de kahve hazırlıyor. Musluk suyuyla.
Duştan çıktıktan sonra, havlusuna dolanıp, parfümünü sıkıp yanıma uzanıyor. “Kahve nasıldı?” diye soruyor. “Bok gibiydi. Ama diğer her şey çok güzel, boşver.” diyorum gülerek. Ortalığa saçılmış eşyalarımı toplayıp, çantama koyuyoruz. Güneş gözlüklerimizi takıyoruz. Asansörün aynasında kendimize bakıyoruz, harika görünüyoruz.
Dudağımdaki kırmızı ruja bakıp, “Öpmüyorum seni.” diyerek sarılıyor bana. Kikirdiyorum. Transfer aracına biniyorum, o yanımdan Vespa’nın üzerinde geçerken ona el sallıyorum.
Aramızdaki Alara Koçak esprisinin hatırına ona Gaziantep’teki Koçak Baklavaları’ndan bir kilo baklava siparişi veriyorum dönüş yolunda. Kendi kendime kahkahalar atarak…
Transfer aracı Alaçatı’yı geride bırakırken, ben de pervasız ve muhteşem yazı geride bıraktığımı hissediyorum.
Kendime bir yoklama çekiyorum, tatil bittiği için bir burukluk var mı içimde, üzerime yapışan jean şortumdan vazgeçmeye hazır mıyım, bu yaz içimde sinmeyen eksik kalan bir şey oldu mu diye.
Camı biraz açıyorum, saçlarım uçuşurken kocaman gülümsüyorum: Bu yazın hakkını verdim ve harikaydı!
Tek sayılı yılları çok sevmem normalde, ama 2019 yaz tatilini hep gülümseyerek hatırlayacağımı biliyorum.
İstanbul’a dönmeye ve yeniden bir düzen kurmaya hazırım.
Bu yazı harikulade dizinin son yazısı mıydı?
BeğenBeğen
Ohanessss ben bu kısmı nasıl kaçırmışım
Aşkın yakıştığı ender kadınlardan birisin Alara Koçak💙
BeğenBeğen