Yaz okulunda derslerin bittiği pazar gününü yaşıyorum. Birkaç gündür, ardı ardına…
Üniversite öğrencisi olduğum yıllarda, Avrupa’daki çeşitli üniversitelerin yaz okullarına giderdim. Ortalama üç hafta süren programlar olurdu bunlar.
Bir yandan sıkıştırılmış ve yoğun bir ders programı ile karşılaşırdık. Üç haftada İnsan Hakları Hukuku, üç haftada Avrupa Birliği Hukuku!
Sınıf -aynı zamanda yurt- arkadaşlarımız dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş hukuk fakültesi öğrencileri olurdu. Dolayısıyla ders dışındaki bütün zamanlar uzun sohbetler, bol alkol tüketimi ve tabii ki flörtlerle geçerdi.
Yaşamımızı sürdürdüğümüzden farklı bir ülkede ve şehirde olduğumuz için büyük bir heyecanla restoranları ve cafeleri dener, sergileri ve müzeleri gezer, hafta sonları trene atlayıp civarda keşifler yapardık.
Dersler, sınavlar, sohbetler, partiler, yaz okulu aşkları, şehirde turistik etkinlikler derken o üç hafta o kadar yoğun geçerdi ki!
Son hafta cuma günü dersler biter bitmez, büyük bir veda partisi yapılırdı. Herkesin aradan geçen sürede samimiyetinin de artmasının etkisiyle orada geçirilen en eğlenceli gece olurdu bu son gece.
Hemen ardından gelen hafta sonunda yurtta kalma hakkımız devam ederdi; herkes uçak biletine, plan ve programına göre parça parça üniversiteyi ve yurdu terk ederdi. Kimisi cumartesi sabah erkenden ayrılırdı, kimisi cumartesi gün içinde, pazar gününe pek kimse kalmazdı.
Ben genellikle pazar akşamüstüne kadar kalırdım. Ev sahibi gibi herkesi tek tek uğurlamayı, ortalıktan el ayak çekildikten sonra, hafifçe hüzünlenerek oldukça sessiz kalmış koridorlarda gezmeyi, yaşadıklarıma ve hissettiklerime dair notlar almayı, müzik dinleyip bir kadeh içki içerek orada geçirdiğim günlere yalnız bir veda seramonisi yapmayı tercih ederdim.
Yapılması gereken her şey bittikten sonraki, İstanbul’un curcunasına dönmeden önceki o iki gün yaşadıklarımı, öğrendiklerimi gözden geçirerek bir mola verme fırsatı gibi gelirdi bana.
Hüzünlenirdim ve tanımlayamadığım da bir zevk alırdım bu hüznümden.
İçinde bulunduğumuz bu günler bana tam olarak işte bu “yaz okulu bittikten sonraki o pazar gününün hissi”ni veriyor.
Evimi düzenledim, yatak odamın dekorasyonunu baştan aşağı değiştirdim, uzun zamandır merak ettiğim beslenme biçimlerini denedim, evde her türlü sebzeyi pişirdim, herkesle mesafeli kırk gün geçirerek kendimi gözlemledim, bu süreçten çıkarmam gereken dersleri çıkardım, pek çok eğitim aldım, pek çok canlı yayın izledim. Aşk Peşinde Masallar romanımı tamamladım. Bu blogta uzun zamandır yazmadığım kadar sık yazı yazdım, Evde Kal Günlükleri de içime sinen ilham veren güzel bir seri oldu. Bütün bunlar olup biterken gerçekten oldukça yoğun bir tempoda da çalışmaya devam ettim.
Bu Covid günlerinin, yalnızlığımızın, eve kapanmamızın bu kadar uzun süreceğine hiç ihtimal vermemiştim. Nasıl ki Covid gündeme bomba gibi düştüğünde bile İtalya seyahat planımdan vazgeçmediysem – “Biraz abartmıyorlar mı bu virüsü?” diyordum. Uçuşlar iptal edilmeseydi de gerçekten Roma’ya gidecektim.
Virüs tamamen ortadan kalkmasa dahi, eve kapandığımız günlerin bayramdan önce biteceğinden ve uçuşların başlayacağından da emindim.
Ben mayıs sonunda pılımı pırtımı toplayıp Teos’a uçacağımdan, akvaryum denizimde yüzüp, özel koyumda döne döne bronzlaşacağımdan, annemin lezzetlerini mideye indirirken, kitaplar okuyup yazılar yazmaya devam edeceğimden emindim.
Bütün planlamamı, kendimi karantinaya ve evde oturmaya koşullamamı mayıs ortasına sürecek şekilde planlamıştım. Zihnimi, psikolojimi, yapacaklarımı hep bu zaman dilimine göre planlamıştım.
İşte bu yüzden yaz okulunu bitirmişim de, İstanbul’a, olağan hayatıma dönmeden önceki o son günü yaşıyormuşum gibi hissediyorum.
Terasta güneşlendiğim birkaç saat içinde oluşan bikini izlerimi aynada görünce kocaman gülümsüyorum, bir adamı tanımaya çalıştığım her seferinde aslında kendimi daha iyi tanıdığımı fark ediyorum, yin yogada öne kapanma pozlarında ağlıyorum, son dakikada gerçekten büyük işler isteyen kimseye sinirlenmiyorum, sabahları erkenden kalkıyorum, öğleden sonra mayışıyorum, saçlarımın gerçekten sarı olduğu günleri özlüyorum. İşime gelmeyen hiç bir aramayı ve mesajı cevaplamıyorum. Cilt bakımı ve botoks yaptıramamayı, ilikli kemik suyu içerek telafi edebileceğime inanıyorum.
El bileğim sürekli olarak sızlıyor, sanırım yogada biraz incittim. Daha önce incinmiş diğer her noktamı meditasyonlarla şifalandırdığımdan neredeyse eminim.
Geride kalan günlerde bu dönemi “verimli” kullanma sınavını verdiğimi düşünüyorum. Bundan sonraki günlerimde şirket işlerinin dışında kalan zamanlarda hiç bir planlama yapmadan keyfime göre takılmayı planlıyorum.
Keyifle ve sevgiyle kalın!
Son zamanlarda çok sevdiğim bir deyişle: “Kalbimden kalbine.”
* Başlık, Murathan Mungan’ın Kadından Kentler romanından.