Tam kapanma başlamadan 48 saat önce… Daha muafiyet ve izin belgelerinin kapsamının, neyin yasak olup olmayacağı detaylarının tamamen bulanık olduğu, yalnızca “tam kapanma”nın başlayacağını bildiğimiz anlar.
Kabin boy bagajımın kapağını açıp dolabımın karşısına dikiliyorum. Ata, sata, dağıta bitiremediğim kıyafet yığınını karşıma alıyorum. Bu anlarda hep aklıma gelen “Bunları satın almak için toplamda kaç saat çalışmışımdır acaba?” sorusunu zihnimden kovalıyorum. En güzellerini, en sevdiklerimi seçmek için uğraşmadan ve iklimin nasıl olacağını kestiremeden yazlık kıyafetlerim ile sweashirtlarımdan bazılarını, ne kadarı sığarsa artık valizime dolduruyorum.
Sonra kendime bir kahve hazırlıyorum, önüme bir A4 kağıt alıyorum. Acil olup olmadığına bakmadan, uzaktan yapamayacağım; noter, ıslak imza, tescil süreci gerektirecek işlerin tamamını -bunları yapmamın ne kadar zaman alacağı öngörümle birlikte listeliyorum. Kahvem bittiğinde karşımda upuzun bir liste var. 18 saatlik iş listesi karşımda duruyor. “Gerekirse uyuma, bunların hepsini bir günde bitirip kafan rahat gidiyorsun Sezen!” diyorum kendime. Hemen bilgisyarımı açıp çalışmaya başlıyorum.
Perşembe günü, yapılacak işler listemin tamamının üzeri çizilmiş olarak, oldukça yorgun biçimde tek yön uçak biletim ile İzmir’e uçuyor ve oradan Teos’a geliyorum. O gün, en son maske taktığım gün, o oluyor. 29 Nisan. Ne zaman İstanbul’a geri döneceğimi kesinlikle bilmiyorum.

Teos, sakin bir kasaba. Hissedebilenler için müthiş güzel ve yüksek enerjili bir bölge. MÖ 1000’li yıllarda, Şarap Tanrısı Dionysos’un oğlu Athamans tarafından kurulduğu rivayet edilen bir antik kent.
Bu civarda, evden yalnızca yüz adımda ulaşabildiğim sahilleri olan bir evimiz var. Evet senelerdir yazları annem ve babamla burada buluşuruz, fakat daha önce hiç üçümüz bir arada uzun bir süre kalmadık bu evde. Ben mutlaka birkaç gün Alaçatı’ya kaçar, sonra geri gelirdim, sık sık İstanbul’a dönmem gerekirdi iş için, onlar arkadaşları ile buluşmak için veya arada kendi evlerine dönmek için gidip gelirlerdi.
Bu sefer, üçümüz aynı evde, hepimiz kendi ritmimize göre bağımsız bir düzen kuruyoruz.
Evden tamamen bağımsız, kendi banyosu ve kahve makinesi olan teras katını ben ofisim ilan ediyorum. Gün boyu Samos’u ve masmavi denizi izleyerek sözleşmeler yazıyorum, zoom ve teams toplantı trafiği başlayınca arkadaki odayaya geçiyorum. Annemle babam uzun kahvaltılar yaparken ben bilgisayar başında bir şeyler atıştırıyorum; onlar uyurken ben arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum.
Günler ardı ardına devriliyor. Bazı günler akşamları çalışıp, ertesi günün işlerini hafifletip kendime denize gidecek zaman yaratabiliyorum. Bazı günler son dakikada gündemime düşen toplantılar, “19:00’da toplanalım, bir saatte hızlıca geçelim üzerinden”ler gecelere kadar sarkıyor, günü başka hiç bir şey yapmadan bilgisayar başında geçirmiş oluyorum.
Böyle günlerde dahi, bilgisayarımın başından geceye yakın bir saatte kalkabilsem bile kulaklıklarımı takıp sahilde kısa bir yürüyüş yapmak günün bütün gerginliğini alıyor üzerimden. “İş krizleri bile ayaklarıma dalgalar çarparken ve kumlarda yürürken, İstanbul’da olduğundan daha basit.” diye düşünüyorum.

Akşamüstü ‘afitap’ saatinde, hepimiz işlerimize ara verip, annem ve babamla balkonda buluşuyoruz.
Annemin tekila, bitter çikolata ve kahve ile hazırladığı müthiş lezzetli ev yapımı içkinin adını afitap koyduk. Tekilanın tadı hiç gelmediği için insan çok hafif bir şey içtiği yanılgısına kapılıyor. Gün boyu kendi ritmine, işlerine göre takılmış üçlü, afitaplarımızı tokuşturuyoruz, arka fona da Sıla’nın şarkısını açıyoruz.
Aramızda yok aklı selim, hapı yuttuk arkadaşım!
Bazen ben kana kana içtikten sonra, bardakta tek yudum kalmışken, babam yüzünde muzip bir gülümsemeyle “Yavaş iç. Ben seyreltmek için içine cin de ekledim.” diyor. Gülüyorum. Çikolata tadını cinle seyreltmesine de, bu uyarıyı ben tamamını içtikten sonra yapmasına da…
Hayat çok basit: Yapman gereken işleri yap, denize git. Güneş çok yakınca, denizi dalgalı diye beğenmediysen veya sadece canın istedi diye eve geri dön. Acıktığında annenin yaptığı, bütün iyi restoranlarla kapışacak lezzette harika yemekleri ye. Uykun ne zaman gelirse o zaman uyu.
Müthiş yeni keşifler, en cool beach clublar, partiler yok. Diğer yandan, rezervasyon yaptırmak, ulaşım derdi, yetişilmesi gereken hiç bir yer de yok. Ne giyeceğimi dahi düşünmüyorum.
Hiç bir acelem olmaması, güneşi, denizi kaçırmama çabasının yokluğu bana ilk günlerde garip geliyor. Long weekend’e sığdırılan, üç günde denizden maksimum verim alma çabası içindeki tatillere alışmışız ne de olsa…Bu sefer, deniz hep burada, ben de hep buradayım. Tenim daha mayıs ayının ortasında, yaz sonu bronzluğunda zaten.
Sitenin gençleri takılıyor bana “Ooo halka karışır mıydın sen?” diye. Çünkü ben hep koşuyordum. Tatiller, toplantılar, planlar arasında mekik dokuyordum. Yorgundum. Buraya her geldiğimde, en ıssız yere konumlanıp, kendimi herkesten tecrit edip, dinlenmeye çalışıyordum. Halim olmuyordu, anlama, anlatmaya, anlaşmaya… Şimdi plajın en ortasına seriyorum havlumu, küçük çocuklarla şakalaşıyorum, gençlerle sohbet ediyorum. Merak ediyorum, ardıçtan cin yapabilir miyiz, yan koyda ne var, ne zamandır burada yaşıyor, ne iş yapıyorlar….

Çocukluk arkadaşlarımdan biri harika bir sürpriz yapıp geliyor. Birlikte bir bira içerek aradan geçen günlerin dedikodusunu yapıyoruz, birbirini yaşın kadar uzun zamandır tanımanın açıklığı ve samimiyetiyle. Sonra onu bırakmıyoruz, benim ofis katım onun yatak odası oluyor.
Ardından uzun sayılabilecek bir süredir tanımama rağmen, İstanbul’da hiç baş başa bir yemeğe bile çıkmadığım bir sürpriz misafirim daha oluyor. Uzun zamandır gördüğüm biriyle, sahilde kayanın üzerinde gün batımını izlerken tanışıyorum. O da bir Teos-sever oluyor. Kaleiçi’nde çok keyifli avlusu olan, tarihi cumbalı evlerden birini kiralıyor. Onun avlusunda rakı masası kurup oturmak, hayata dair uzun sohbetler etmek, taksi bulmak için birlikte sokaklarda koşmak bile sıra dışı, bunların Teos’ta olması daha da sıra dışı.
Bir akşam “Gerçekten bu kadar mutlu musun?” diye soruyor bana. Sorgular gibi değil, merak ederek, tanımak isteyerek. Hiç tereddüt etmeden “Evet çok mutluyum.” diyorum. Sonra bekliyorum kendimden devamını, gelmiyor. Ben genel olarak mutlu bir kadınım, yine de hep “ama”lı bir cümlem olurdu: “Çok mutluyum, ama şunun da olmasını isterdim.” Keyifle kaldırıyorum kadehimi. Beni yeni tanıyan birine anlatamayacağım kadar mutluyum, amalarımı kaybetmekten.
Birkaç gün sonra bizim evde kadehlere buz doldururken, masadaki beş kişiye bakıyorum. Asla bir masanın etrafında kesişeceğini tasavvur dahi edemeyeceğim beş kişi, bizim balkonda keyifle sohbet ediyor. “Hayat çok tuhaf ve güzel be.”
Gülüyoruz, anlatıyoruz, anlaşıldığı kadar anlaşılıyoruz, fark edebildiğimiz kadar fark ediyoruz. An’dayız ve samimiyiz.

Marketten çakmak alamadığım bir gün -çünkü yasakmış- sahilde sigaramı yakmak için uğraşırken, niçin çakmak satılmasının yasak olduğunu anlamıyorum. Çok da takılmıyorum. Sırtımda bikini izi oluşturmadan yanmak daha önemli bir konu benim için.
O sırada tantra hocamın bir lafı geliyor aklıma. “Bir manastırdayken spiritüel olmak kolaydır. Başka yapacak, seni curcunaya sürükleyecek bir şey yoktur etrafında. Önemli olan, bunu manastırdan kendi hayatına döndüğünde yapıp yapamayacağın.”
Benim durumum da aynı. Şehre döndüğümde bu ruh halimi korumayı başarabilecek miyim, şimdilik bilmiyorum.
Tek bildiğim, daha mutlu olmak için yaptığım ve sahip olduğum her şeyden- yani hayatımın güzel olması için gerekli olduğunu sandığım her şeyden uzaktayken… Hayat çok güzel.
“Tam Kapanma Günlükleri: Aza değil, sadeye tamah ettim.*” üzerine 3 yorum