Karda Yürüme İllüzyonu, Hayata Sepia Filtresi Atan Kaplıca Hayatı ve Kebap Molaları: Pamukkale & Denizli

Esti Gidiyoruz Turizm olarak sabahın ilk saatlerinde Pamukkale’ye ulaşıyoruz. Hangi kapısına yakın park etmeliyiz ve hangi tarafından girmeliyiz anlamaya çalışırken konuştuğumuz her görevli, “Hava çok soğuk, tamamını yürüyemezsiniz, kısa bir yürüyüş için yukarıdaki kapıdan girin.” dedikçe, bütün Anadolu’yu karış karış yürüme aşkına sahip olan Aslıpan’ın yüzü düşüyor. Onun hatırına, “Hadi diyoruz, aşağıdaki kapıdan girelim, tamamını yürümeyi deneyelim. Donarsak geri döneriz.”

Geçen yazın son demlerinde Troya Müzesi‘nden Müze Kart almıştım ve aldıktan sonra İstanbul’da da her hafta bir müze gezmeye karar vermiştim. Müze Kart almanın böyle bir gaza getirme özelliği var sanırım; fakat o günden bugüne kadar tek bir müzeye dahi gitmediğim için, Müze Kartımı ikinci defa kullanışım aylar sonra Pamukkale Travertenleri’nde oluyor.

Yukarıdan sıcak olarak akmaya başlayan su, oldukça soğuk olan havanın etkisiyle buz gibi bir suya dönüşerek aşağı iniyor. Ayakkabı ile travertenlerde yürümek yasak olduğu için, yalınayak o buz gibi suya basa basa yürümek bizde karda yürüyormuş hissi veriyor.

Diğer yandan hem hava soğuk, hem de oldukça erken bir saat olduğu için travertenlerde bizden başka çok fazla kişi yok, tepedeki gri mavi hava ile travertenler muhteşem bir kontrast oluştururken, ortalıkta turist kalabalığı olmadan oranın tadını çıkartmayı da çok seviyoruz. Travertenlerin eski halini görmüş olanlar “Mahvolmuş buralar, havuzlar kurumuş, beyazın rengi atmış.” deseler de, ben eski halini bilmeyen biri olarak şimdiki halini de gerçekten büyüleyici buluyorum.

Yukarıya ulaştığımızda sıcak suya da ulaşıyoruz sonunda ve acıyan ayaklarımızı sıcak suyun içine sokuyoruz. Ben Pamukkale Travertenleri’nin bundan ibaret olduğunu sandığım için, arka tarafındaki Hierapolis Antik Kenti benim açımdan harika bir sürpriz oluyor.

Özellikle Antik Tiyatro o kadar güzel ve o kadar güzel bir enerjiye sahip ki; orada oturup kendimizi Roma döneminde bu antik kentte yaşarken hayal etmeye başlıyoruz: Travertenlerin arasından üzerimizde uçuş uçuş helenistik beyaz elbiselerle yürüyoruz, dalgalı upuzun saçlarımızın üzerinde zeytin dallarından taçlar var, kollarımızda altın bilezikler, şehre girdiğimizde devasa ve müthiş vücutlu heykellerin arasından geçiyoruz, şarap kadehlerimizi dolduruyoruz, bu antik tiyatroya bir gösteri izlemeye geliyoruz.

Geldiğimiz yolu geri dönerken, hepimiz ayrı ayrı bu hayallerin içindeyiz, hiç konuşmuyoruz, orayı müzede gördüğümüz heykel ve nesnelerle dolu hayal ediyoruz. Derken çok şiddetli bir rüzgar başlıyor, yerdeki su üzerimize püskürerek hepimizi baştan aşağı sırılsıklam yapıyor. Helenistik elbiseli hayallerimizi bir kenara bırakıyor, hızlıca gerçekliğe dönüp atkılarımıza dolanıyoruz ve şehir merkezine iniyoruz.

Denizli şehir merkezinde sokaklarda yürürken, kendimizi daha çok Doğu Anadolu’da hissediyoruz. Denizli’de deniz olmadığını daha önce öğrenmiştik, yine de şehrin genel olarak verdiği his hiç Ege’ye yakın bir şehir gibi değil. Denizli’ye gelmişken olmazsa olmaz diyerek Denizli Kebabı yemeye gidiyoruz. Önce “Kokuyor mudur acaba, çok ağır mıdır?” gibi mırın kırın ediyoruz; ama önümüze gelen et mis gibi çok lezzetli bir et. Bir kilo eti, adete uyarak çatalsız bıçaksız pidemizin arasına koyarak ve bayılarak yiyoruz.

Bütün geceyi yolda geçirip, üzerine Pamukkale Travertenleri’ne tırmanıp, midemizi de etle doldurduktan sonra mayıştığımız için oradan doğrudan otelimiz Pam Termal Otel‘e geçiyoruz. İki gün boyunca da otelimizden hiç çıkmıyoruz. Biraz termal suda oturuyoruz, biraz havuz kenarında, biraz otel odamızda… Hiç bir yere koşmadan, hiç bir yere acelemiz olmadan, tuhaf bir rengi ve kokusu olan termal havuzda birbirimizle buluşarak çok sakin ve yavaş günler geçiriyoruz. Sürekli olarak buharlaşan o kahverengi suyun rengi sebebiyle hayata sürekli olarak sepia filtreyle filtrelenmiş gibi bakıyoruz.

Oteli ve ortamı bana çok soran olduğu için bu konuda biraz daha detay vermek isterim. Bence otel oldukça güzel, açık büfesindeki yemekler lezzetli, kat kat termal havuzunda size uygun sıcaklık derecesini seçebileceğiniz kısımlar mevcut, odanızdaki duşta da dilerseniz termal su akan ek bir musluk var, oda ve yatak gayet konforlu. Bütün bu açılardan gerçekten tam bir fiyat / performans oteli. Diğer yandan, genel kitlenin hiç de öyle genç bir kitle olmadığını, genel müşteri kitlesinin orta halli emekli ailelerden oluştuğunu belirtmeliyim.

Akşam yemekleri, çok vasat bir canlı müzik yapılırken, eşini dansa kaldırıp dans edenler, şarkı olarak “zeybek” mi “ankara havası” mı istese karar veremeyecek kadar uçta gidenlerle bizim artık sadece düğünlerde olduğunu sandığımız türde ortam sunuyordu. Bütün gün kaplıca sularının içinde mayıştıktan sonra, yemek salonuna girdiğimizde önce ukala biçimde “Biz burada yemek yiyemeyiz bu müzikle. Başka nerede yiyebiliriz?” diye sorduk. Sonra o müzik, o insanların gerçekten eğleniyor olması, mükemmel güzel halay çekenler bizi aldı içine, yirmi dakika kadar sonra ukala tavrımıza maruz kalmış garsonun şaşkın bakışları altında pistteydik biz de.

Gündüzleri ise yanımızda taşıdığımız hoparlörden etnik elektronik müzikler çalıp, plastik bardaklara rose şaraplar doldurarak orada takılırken, genel kitleye aykırı kaçan tek otel misafirleriydik. Yani gittiğiniz yerdeki diğer insanlar sizin için önemli bir kriterse bu kesinlikle sizin için keyifli bir aktivite olmayacaktır. Etrafımdaki kişiler hiç umurumda değil, gerçekten biraz dinlenmek, gevşemek istiyorum diyorsanız şiddetle tavsiye ederim; biz hepimiz çok uzun zamandır uyumadığımız kadar derin ve uzun uykuları orada termal havuzda geçirdiğimiz günlerden sonra uyuduk.

Daha sonra oradan aldığım kitapta Bergama’daki terapi yöntemlerini okurken farkına varıyorum ki biz orada kendimize terroterapi (çamurla tedavi) ve klimoterapi (sıcak-soğukla tedavi) uygulamışız.

Genellikle birlikte festivallere gittiğim ekiple, alıştığımızdan çok sıra dışı bir hafta sonu geçirdikten sonra, İstanbul’a dönerken hepimiz “Tam ihtiyacımız olan buymuş ama farkında değilmişiz.” diyoruz. Üzerimizden fırtına gibi geçen ocak ve şubat aylarının bütün yükünü orada bıraktığımızı hissediyoruz.

Kendinize iyi gelecek haftasonları ısmarlayarak kalın!

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s