O hafta şirketteki evrak ve imza işlerimin hepsini tamamladıktan sonra, yığılan sözleşmeleri temizlemek için Teos’un yolunu tuttuyorum. Oradayken yemek, ulaşım gibi dertlerim olmadığı ve dikkat dağıtıcı sosyal etkinlik sayısı çok az olduğu için iş bitirme hızım oldukça yükseliyor. Gelgelelim daha gittiğim günün ertesi günü birkaç gün sonrası için önemli bir toplantı daveti alıyorum. Zoom olmaz mı, diye zorlasam da yüz yüze olmasında ısrar ediliyor.

O akşam yemeğinde söyleniyorum. “Yani hibrid çalışma şekliyle birlikte bir aylık toplantı takviminin her şirket tarafından ay başında belirlenebilir olması gerekmiyor muydu? Bu son dakika toplantıları yüzünden aldığım son dakika uçak biletlerine ödediğim paralardan çok sıkıldım artık!”
Babam rakısını yudumlarken, “Biz de arabayla bir ara İstanbul’a gitmeyi planlıyorduk, onun tarihini biraz erkene çekelim seni İstanbul’a bırakırız. Sonra da biz annenle Adatepe’ye uğrar geri geliriz.”
Tabii ki bu planda yalnızca Adatepe’ye bensiz gidilecek olmasına takılıyorum. “Peki giderken Adatepe’ye uğrasak, öyle İstanbul’a geçsek?”

Bu plan hepimizin içine siniyor, benim zaten arabada yollarda çalışmakla ilgili yol tutması gibi dertlerim hiç yok, “Hadi!” diyerek yola çıkıyoruz. Elbette sadece Adatepe’ye uğramıyoruz, yolumuzun üzerinde hepimizin merak ettiği farklı farklı yerler var, böylelikle ilk durağımız Eski Foça oluyor.

Ben daha önce hiç Eski Foça’ya gitmemiştim. Oldukça güzel korunmuş taş evlerle dolu sokaklarına, herkesin merkezden denize girmesine, yaşı ileri insanların sandalyelerin üzerinde mayolarla güneşlenerek sosyalleşmesine bayılıyorum. Türkiye’de şimdiye kadar gördüğüm en Yunanistan’a benzeyen yer Eski Foça.


Mutlu mutlu sokaklarda yürürken tam sahilde satılık bir ev görüyoruz, fiyatını Norveç Kronu üzerinden söylüyor emlakçı. “Haydaaaa!” diyerek internetten kuru çeviriyoruz rayiçi anlamak için. Annem “Teos’taki evi satıp burayı mı alsak, değişiklik olur.” diyor. Dehşet içinde bakıyorum ona, “Tamam beğendim Eski Foça’yı ama Teos’u satmadan alırsanız olur. Oradaki deniz ve doğanın içindelik buraya yok. Ben Teos’u tercih ederim.” diye itiraz ediyorum. İkisi birlikte gülüyorlar, “Sadece seni denemiştik.”

Sahilde dondurma satan bir amcadan gerçekten uzun zamandır yediğim en lezzetli dondurmaları alıp, tekrar arabaya doluşuyoruz ve ikinci durağımız Dikili‘ye doğru yola koyuluyoruz. Dikili tam bir Ege kasabası ruhu taşıyor, Bademli Köyü’nde tam deniz kıyısındaki Sunar’ın Yeri’ne oturuyoruz. Soğuk biralarımızı tokuşturuyor, meşhur Olivera Resort’un neresi olduğunu anlamaya çalışıyoruz karşımızdaki adaya bakarak.

O günkü son durağımız Adatepe oluyor. Adatepe’yi Adatepe yapan Mahmut ve Haluk Abi, babamın üniversite yıllarından arkadaşları. Onlarla Adatepe sokaklarında gezmek, tepeden gün batımını izlemek, başlangıçtan bu güne kadar orada olan değişiklikleri dinlemek, akşam eşler, çocuklar kalabalık bir sofrada kadehleri tokuşturmak, onların geçmiş yıllardaki anılarını yad etmeleri şeklinde çok keyifli sohbetler ve hikayeler eşliğinde günü kapatmak çok güzel oluyor. Vakti zamanında babama telefon açıp “10.000 dolar yolla, sana buradan ev alacağız.” dediklerinde, babamın ne işim var benim Adatepe’de diyerek almadığı, bugün otel olmuş bir taş evde kalıyoruz o gece.


Ertesi sabah uyandığımda ilk fark ettiğim şey telefonun ve internetin çekmediği. O gün benim iş günüm, telefon ve internete kesinlikle ihtiyacım var.
Bu yüzden erkenden yollara düşüyoruz, Adatepe Zeytinyağı Müzesi’ni gezip, bizim evlerde tek kullanılan zeytinyağı olan Adatepe zeytinyağlarından arabaya stokladıktan sonra Troya Müzesi’nde duruyoruz. Troya Antik Kenti’ne ait eserlerin sergilendiği bu yepyeni müzeyi ben çok beğeniyorum.




Bu taraflara yolunuz düşerse de gezmenizi şiddetle tavsiye ederim. Zaten 2020 yılında Avrupa Yılın Müzesi ödülünü de almış. “Tarihçelerine çok hakim olmadıktan sonra, hepsi bir noktadan sonra aynı geliyor bana bu çanak çömleklerin.” diyip duran ve arkeolojik müzelerin pek meraklısı olmayan bir birey olsam da, bu müzedeki eserlerin sergilenme şekli ve dev lahitler gerçekten etkileyici.


O günkü son durağımız da geçen sene bütün bir kış boyunca içip durduğumuz ve fiyat / performans olarak çok iyi bulduğum Porto Diverti şarabını da üreten Caeli Winery oluyor. Hotel Caeli ve Caeli Winery aynı kompleksin içinde, daha bahçesinden içeri girdiğiniz anda Alice Harikalar Diyarı hissi veriyor. Bahçedeki dev heykeller inanılmaz sempatik.
Diğer yandan otel ve şarap evini tamamen ayrı değerlendirmek lazım. Çünkü şarap fabrikası muazzam güzel bir mimariye sahipken, aynı kompleksin içindeki otelin iç dekorasyonu çok vasat ve hatta ayrı tellerden. Şarap üretimi ve tadımı turuna katılıyoruz, şarap üretim tesisi bugüne kadar Urla civarında gezdiklerime kıyasla inanılmaz modern, çok beğeniyorum. Ayrıca burası Türkiye’deki tek şato tipi üretim yapan, dışarıdan hiç üzüm almayan, tamamen kendi bağındaki üzümleri kullanan tek şarap üreticisi. Ayrıca verimi azaltan ancak aromayı arttıran “asmayı strese sokmak” olarak nitelendirdikleri sık dikim yöntemi ile bağcılık yapıyorlar ve bu şekilde bağcılığı sanırım bütün Avrupa’da en büyük alanda yapanlar da onlar.

Diğer yandan buradaki şarap tadımını biraz manasız buluyorum, çünkü kişi başı 300TL gibi bir ücret ödeyip, üç kişi bu paraya çok rahat şişesini satın alabileceğiniz şaraplardan birer kadeh tadıyorsunuz. En iyi şaraplarını tadımda servis etmiyorlar. Yolunuz bu taraflara düşerse bahçesini, bağlarını ve şarap üretim tesisini gezmenizi mutlaka tavsiye ederim. Ancak otel iç dekorasyonu ve şarap tadımı açısından bunlarla aynı standartta bir muazzamlık sunmayan bir otel olduğunu da dip not olarak belirteyim.
Ve böylece ben İstanbul’a toplantıya geliyorum. Bizim aileyle, her durumun ayrı bir maceraya dönüşebilme potansiyelini seviyorum.
“Türkerler Yolda: Eski Foça, Dikili, Adatepe, Troya Müzesi, Caeli Winery” üzerine 3 yorum