Kendinize bir Oslo bileti aldınız, hava da sokakta yürümeyi imkansız kılacak kadar soğuk değil. Oslo Hakkında 10 Şey yazısını okudunuz, şehir hakkında temel bilgilere sahipsiniz. Dolayısıyla, havalimanından şehre nasıl ulaşacağınızı gayet iyi biliyorsunuz ve yanınızda rahat spor ayakkabılarınız var. Peki ya nereleri gezeceksiniz?
Ekeberg Parkı:
“Park mı? Listeye dahil edecek başka bir şey bulamadın mı?” gibi bir önyargınız varsa, bunu şimdiden bir kenara bırakın. Çünkü 1800’lü yıllardan beri halka açık olan bu parka, 2013 yılında multimilyoner bir Norveçli iş adamının vizyonu ile parası sihirli bir dokunuş yapmış.
Şehirden çok çok uzaktaymışsınız gibi hissettiren bu devasa parkın içinde, sis eşliğinde yürüyüş yapmak zaten çok mistik. Parkta gezerken bu ülkelerden niçin bu kadar iyi gerilim romanları çıktığını anlıyorsunuz.
Bir de karşınıza çeşitli noktalarda karşınıza Rodin, Salvador Dali, Per Ung gibi pek çok sanatçının heykellerinin çıktığını düşünün.
Dünyadaki en iyi parklar listesi yapsam, bu parkı da kesin dahil ederim. İlham verici. Ürkütücü. Seksi. Heykel ve sanatçıların tam listesi ile haritaya şuradan ulaşabilirsiniz.
Bu parka tramvay ile gitmek isterseniz, 18 veya 19 numaralı tramvaylara binip, Ljabru ve Holtet istikametine gitmeniz gerekiyor. Epeyce yol yürümeyi göze alırsanız, sabahın erken saatlerinde taytını giymiş, kulaklığını takmış koşan kadınları da takip ederseniz muhtemelen yolunuz bu parka çıkacaktır.
Opera Binası:
Ekeberg Parkı’nı gezdikten sonra, şehirdeki en yüksek binaların olduğu iş muhiti Barcode’un sahil hattını yürüyebilirsiniz. Bu yüksek binaların altında, çalışanların takıldığı pek çok cafe ile restoran da var. Oslo’nun pek çok noktasında şubesi olan kahve ve smoothie servis eden Joe & The Juice’ta bir mola verip, takım elbiseli yakışıklı adamları izleyebilirsiniz.
Bu sahil hattını dümdüz takip ettiğinizde sahil tarafında yaklaşık 40.000 metrekarelik bir alan kaplayan asimetrik bembeyaz bir bina göreceksiniz. Orası Opera Binası. (“The Norwegian National Opera & Ballet”)
Binanın, İtalyan mermerleri ile kaplı yatay planlaması sayesinde, çatısına kadar yürüyerek çıkabiliyorsunuz. Birazcık güneş kendini gösterdiğinde, bu yatay zeminin her tarafı, uzanmış sohbet eden ve kitap okuyan insanlarla dolu oluyor.
Şehre tepeden bakmak ve denizin ortasına yerleştirilmiş cam ve metalden yapılmış heykeli izlemek için güzel bir adres.
Oslo Katedrali:
Opera Binası’ndan çıktıktan sonra, sahilden şehrin içine doğru yürüdüğünüzde katedral kendisini gösterecektir. Katedralin olduğu meydan oldukça hareketli ve katedralin hemen altındaki cafe’de oturup, yoldan geçenleri izlemek de çok keyifli.
Turistik bir nokta diye burun kıvırmadan, bu cafe’de içinde karides, mantar ve peynir olan omlet ile brunch yapmanızı da şiddetle tavsiye ederim. Kahvaltıda karides aşkına!
Ayrıca çeşitli yiyeceklere hassasiyetiniz varsa, menüdeki her seçeneğin yanında rakamlar var. Bu rakamları aşağıdaki liste ile eşleştirip, içindeki malzemelerin tamamı hakkında bilgi sahibi olabiliyorsunuz.
Karl Johans Gate Caddesi:
Katedralin önünden başlayan Karl Johans Caddesi, şehirdeki en meşhur cadde.
Caddenin başlarındayken ilginizi muhtemelen dizi dizi sıralanmış Norveç markalarının mağazaları çekecek. Daha sonra parklar ve sokağa atılmış sandalyeler ile dizi dizi restoran ve cafenin curcunasına dalacaksınız.
Biraz daha ilerleyip, Parlamento Binası’nı geçtikten sonra, 19. yüzyılda inşaa edilmiş, oldukça görkemli bir yapı olan The Royal Palace kendisini uzaktan gösterdiğinde ise, iki yanı çiçeklerle süslenmiş yolda kendinizi bir geçitte gibi hissedeceksiniz.
City Hall ve Tjuvholmen
Tarihi müzelere meraklıysanız, The Royal Palace’tan sonra sağ tarafa, şehrin içine doğru yürüyerek National Gallery’e ulaşabilirsiniz.
Daha farklı bir şeyler peşindeyseniz, sahil tarafına inmenizi tavsiye ederim. 2. Dünya savaşı sırasında inşaatı durdurulan, bu nedenle tamamlanması uzun süren ve 2005 yılında “Yüzyılın Binası” seçilen City Hall karşınıza çıkacak.
Oslo’nun en güzel taraflarından biri bu. Binaların çoğu oldukça alçak olduğundan, gezilmesi gereken tarihi ve heybetli binaları aramanıza gerek kalmıyor. Onlar zaten karşınıza çıkıyor.
Buradaki kalabalık turistik gruplardan sıkıldığınızda, hemen karşısındaki yarım adadan aşağı doğru yürümeye başlayın.
City Hall’un karşısından aşağı indiğinizde ayak basacağınız yarım adanın adı Tjuvholmen. En iyi takımlar, en yüksek topuklar, en ışıldayan ciltler, en formda kadınlar burada. Tekneler, şezlonglar, inanılmaz güzel evler de cabası. Evinden çıkıp, teknesine atlayan harika giyimli insanların yaşadığı bu bölge, gerçekten para kokuyor.
Buradaki en meşhur restoran, Olivia. Hiç Norveç’e özgü değil, İtalyan restoranı. Ama bu havalı insanların arasında biraz zaman geçirmek isterseniz ve karnınız çok açsa, buradaki en iyi alternatif bu.
Yoksa, ben size, plaj barı havasında olan ve güzel müzikler çalan Brygge’de lokal bir bira içerek, denizi ve harika tekneleri izlemenizi tavsiye ederim.
Astrup Fearnley Modern Sanat Müzesi:
Tjuvholmen’in en ucundaki modern sanat müzesi Astrup Fearnley’i pas geçmeniz bile düşünülemez.
Mimarı Renzo Piano, bu binayı yapmaktaki motivasyonunu şöyle ifade ediyor: “I’ve always been very attracted by the challange of making a museum that doesn’t intimidate, that’s inviting and tolerant: you can make your visit in this direction or in that direction. And you mix the sacred and profane: you go inside, you go outside, you enjoy life, you bring children, you listen to a piece of music, then you leave again.”
Bunu gerçekten de başarmış, müzelerin alışılagelmiş kasvetli havasından oldukça uzak. Daimi koleksiyon ile -ki Jeff Koons’un Michael Jackson and Bubbles isimli meşhur heykeli de burada yer alıyor- dönemlik sergiler iki ayrı binada bulunuyor. Yalnızca sergi alanlarına girerken, bilet almanız gerekiyor. Yoksa müzenin bir ana giriş kapısı yok, yarım adanın bir parçası gibi.
İçerideki parçaların hepsi de birbirinden çarpıcı ve etkileyici.
Keşfederek kalın!