Miskin bir haftasonundan notlar: Alper Canıgüz romanları, Jash Kınalıada, Last Offline Lovers

Şu an adım adım Türkiye sahillerini arşınlıyor, bol keşif yapıyor, bol havadis topluyor ve bol fotoğraf biriktiriyorum. Bayram tatilinde şehirde kalanlar için, önceki bir miskin haftasonundan notlar yazısı karşınızda. Hepinize -birazcık gecikmeli de olsa- sevdikleri ile birlikte keyifli bir bayram dilerim.

IMG_9597.JPG

Şirket asansörünü beklerken, en son hangi haftasonunu İstanbul’da geçirdiğimi anımsamaya çalışıyorum. “Geçen haftasonu Adana’daydım, bir önceki haftasonu Bozcaada’da, ondan bir önceki haftasonu İsviçre’de, ondan bir önceki haftasonu Teos’ta…”

Daha fazla geriye saymaya üşeniyorum, “Yaz başından beri yalnızca bir veya iki haftasonu İstanbul’daydım sanırım.” diye düşünerek konuyu kestirip atıyorum.

“En son ne zaman, hiç bir plan yapmadan bir gün geçirdim?” sorusu geçiyor aklımdan. Hatırlayamadığım kadar uzun bir zaman önce.

Asansöre biniyorum. Aynadan yansıyan görüntüme bakıyorum.

Genellikle, aynaya baktığımda gördüğüm görüntü hoşuma gittiğinde, hele bir de hava güzelse, eve gitmeyi istemem. O an da, aynaya baktığımda, üzerimdeki elbiseyi seviyorum, rastgele topladığım topuzun görüntüsünü seviyorum. Amerika’dan çılgın bir indirimde aldığım topuklu ayakkabılarımın, babet kadar rahat olmasını seviyorum. Kırmızı rujumun hala dudağımda olmasını seviyorum. Dışarıda havanın harika olduğunu da biliyorum. Akşam için de cazip bir plan var önümde.

Yine de canım eve gitmek istiyor. Kendimle başbaşa ve saate hiç bakmadan vakit geçirmeyi çok özlemiş durumdayım.

Kısa bir tereddütten sonra, telefonumu elime alıyor ve hem o akşam, hem de ertesi gün için yaptığım planları ertelemeyi teklif ediyorum.

Eve geliyorum, hafta içi evde yaptığımız mojito partisinden geriye kalan manzaraya bakıyorum. Salonun çeşitli yerlerinde bardaklar var. Mutfak tezgahının ise üzeri boş bira şişeleri, cips kırıntıları kalmış kaseler, naneler, kullanılmış pipetler ve daha nice ıvır zıvırla tıka basa dolu. Gülümsüyorum. Bu manzarayı seviyorum. “Biz burada çok eğlendik.” manzarası çünkü bu benim için.

IMG_4784-001.JPG

Zamanın hiç bir şey yapmadığınızda da hızla aktığını unutmayın!

Youtube’u açıyorum bilgisayarımdan. Son dinlenen şarkılar listesine giriyorum: Mustafa Sandal’dan Aya Benzer Yüreğim, Levent Yüksel’den Aşka İnancım Kalmadı, Ali Güven’den Yolcu şeklinde devam ediyor. Gülümsüyorum. O listeyi çalmaya başlayıp, elime kocaman bir poşet alıp, ortalıktaki her şeyi içine doldurmaya başlıyorum.

Sonra bir film açıyorum, yarım saatini izleyip sıkılıyorum. Biraz dergi karıştırıyorum. Duşa giriyorum. Luna ile oynuyorum. Kahve yapıyorum. Müzik dinliyorum. Yatakla, koltuk arasında mekik dokuyorum. Birkaç TedX konuşması dinliyorum. Biraz yazı yazıyorum. Fotoğraf ayıklıyorum. Amazon’dan yeni çıkan kitaplara göz atıyorum.

El alışkanlığı, ertesi gün için “yapılacaklar listesi” hazırlamaya başlamışken kendimi durduruyorum. Saate bakıyorum, gece yarısına geliyor. Şaşırıyorum. “Zaman, hiç bir şey yapmadığında ve planlamadığında daha hızlı akıyor galiba.” diye düşünüyorum. Uyumaya karar veriyorum.

IMG_0432.JPG

Cumartesi sabahı alarmsız uyanıyorum. Mis kokulu bir kahve demliyorum, taze meyveli bir yulaf ezmesi hazırlıyorum. Acelesizce kahvaltı edebilmenin, bir yere yetişme telaşımın olmamasının tadını çıkararak aheste aheste hareket ediyorum.

 

Her dilek dilediğinizde kendinize bir saksı çiçeği alın!

“Canlı çiçeklere bakamıyorum ben.” açıklamam geliyor aklıma. “Artık kedim bile var. Çiçeğe de haftada bir kere su vermeyi başarabilirim.” diye düşünüyorum.

Beşiktaş Pazarı’ndaki çiçekçi abinin olduğu tarafa gidiyorum kalabalığı yararak. İçlerinden bir tanesini beğeniyorum. “Buna ne kadar su vermem lazım?” diye soruyorum. “Haftada iki kere.”

Haftada bir olacağını sanmıştım, bir anda sorumluluğumun ikiyle çarpılması ürkütüyor. “Altı üstü su vereceksin Sezen.” diye hatırlatıyorum kendime. Alıyorum çiçeği.

IMG_9721.JPG

“Her dilek dilediğinde bir çiçek almak” fikrini çok sevmiştim daha önce. O geliyor aklıma. Bu sefer tersini yapıyorum. Önce çiçeği alıp, sonra onu eve taşırken bir dilek diliyorum.

Angarya işleriniz için motivasyon sebepleri bulun!

Luna’yı kafesine koyup, evden çıkıyorum. Yakışıklı veterinerimiz, tatlılıkla karşılıyor bizi. “Ben anne olsam, kesinlikle yakışıklı bir çocuk doktoru arardım.” diye kendi kendime dalga geçiyorum, Luna’nın aşıları yapılırken…

Luna’nın kafeste gezmek konusunda hiç bir sıkıntısı yok. “Kediler evden çıkmaktan nefret eder.” tezinin aksine, evin kapısına geldiğimizde, isyankar miyavlara başlıyor.

Belki de gerçekten sahiplerine benziyorlar. Eve gelip kafesinin kapağını açtığımda bile, inatla o kafeste oturmaya devam ediyor bir süre. Bekliyor, bakıyor başka bir yere gitmiyoruz, çıkmaya karar veriyor.

Ellerinizi kullanın! Çizin, yazın, kesin, biçin!

Marul, bulgur ve avokadodan oluşan güzel bir salata hazırlıyorum. O sırada, bir boya fırçası görüyorum. Ne zamandır bir şeyler boyamadım. Hemen akrilik boyalarının olduğu kutuyu bulup, kendime bir t-shirt yapıyorum.

not defterim için.jpg

IMG_9790-001.JPG

Alper Canıgüz okuyun!

Bozcaada’dan aldığım blush’tan bir kadeh koyup, okunmayı bekleyen kitap yığınımın karşısına dikiliyorum. Alper Canıgüz’ün Tatlı Rüyaları’nı seçiyorum.

IMG_9761-001.JPG

Bu ay okuduğum üçüncü Alper Canıgüz kitabı oluyor Tatlı Rüyalar.

Alper Canıgüz’ün okuduğum ilk kitabı, en son yazdığı Kan ve Gül olmuştu. Kitabın içindeki absürd öğelere ve gerçekliğe sığmayan detayları birbirine şahane biçimde bağlamasına bayılmıştım.

IMG_4781.JPG

Ardından Gizli Ajans’ı okumuştum. Yöneticisi ‘şeytan’ isimli siyah bir kedi olan bir reklam ajansı, uzaylılar, sıra dışı bir üst kat komşu gibi detaylarla çok daha absürd bir kitaptı. Yine harika bir kurgusu vardı.

IMG_5362.JPG

Tatlı Rüyalar’ın kapağında da zaten “Psiko-Absürd Romantik Komedi” yazıyor. Saatlerce döne döne okuyorum. Bitirmeden de elimden bırakamıyorum. Rüyaların içinde oradan oraya yolculuk yapıyorum, şaşırıyorum, merak ediyorum, kahkahalar atıyorum, yazarın hayal gücü karşısında bir kere daha büyüleniyorum.

Kitabın konusunu, okumayan birisine anlatamam; ama yazarın anlatımı hakkında fikir vermek için, çok sevdiğim ve güldüğüm bir cümleyi paylaşabilirim:

“Profesör beş gün önce bilgisyarını açıp elektronik posta kutusunda Chicago Üniversitesi’nden gelen bir mesaj olduğunu fark ettiğini; hemen mesajı okumak yerine manasız bir şekilde vahşi bir bilgisayar oyununa başlayıp, yedi saat içinde üç bin yaratık öldürerek sırasıyla Mars’ı, Ay’ı ve Dünya’yı uzaylıların işgalinden kurtardığını; o gece hiç uyumadığını; ilk gençlik aşkının yardım çağrısına verdiği karşılığı okuyacak cesareti ancak ertesi akşam eve gelip yarım şişe viski içtikten sonra toplayabildiğini; Türkçe yazı karakteri özürlü bilgisayar ortamında o bir tek satırı “Ah askim ah…” sözcüklerini belki bin kez okuduğunu ve o gece hiç uyumadığını; sonraki akşam kalan viskiyi de bitirip sarhoşluğun ve ümitsizliğin verdiği cesaretle ona bir mektup daha attığını; o gece hiç uyumadığını; daha sonraki gün içinde eski sevgilisiyle birbirlerine karşılıklı beş mektup gönderdiklerini; Mine Hanım’ın yirmi yaşında bir oğlu olduğunu, üçüncü kocasından yedi sene boşandığını, kendisini çok özlediğini ve yanında olmayı her şeyden çok istediğini öğrendiğini; bunun üzerine o anda pijamalarıyla Amerika’ya doğru yola çıkmamak için kendini zor zaptettiğini; o gece hiç uyumadığını; iki gün sonrasına Zürih aktarmalı bir Chicago uçağına bilet aldığını; en büyük korkusunun, sevgilisinin kuşkusuz eskisinden de güzel yüzünü bir kere daha göremeden ölmek olduğunu anlatmak için yanıp tutuşuyordu. Ama belki de, durmadan aşkından söz etmek isteyen liseli bir genç gibi görünmek istemediği için bunların hiç birini söylemedi.”

Kitabı bitirip koltuktan kalktığımda, cumartesi günü de bitmek üzere. İhtiyaç duyduğum enerjiyi ve kendi başınalığı topladığıma ikna oluyorum. Hemen telefonu elime alıp, ertesi gün için yine planlar yapmaya başlıyorum.

İstanbul’a en yakın ruh hali değiştirici istikamet Prens Adalarını ihmal etmeyin!

Sabah gözümü açtığım gibi, duşa giriyor ve bir deniz çantası topluyorum: havlu, hindistancevizi yağı, bir kaç bikini, ruj ve dergi.

İstikametimiz Cihangir’de yemeklerine bayıldığımız Jash’ın Kınalıada Şubesi.

Vapurdaki yol arkadaşım ise, uzun zamandır görüşemediğim lise arkadaşım Ayşe.

 

Onun Tayland’dan iki ayda bir çıkış yapması gerekirken, gittiği küçücük bir adada geçirdiği ilk gün bir iş teklifi almasını, dört ay boyunca orada çalışıp, daha önce hiç dalış yapmamış bir insandan, dive master olarak geri dönmesini soluksuz dinliyorum. Uzun zamandır dinlediğim en iyi seyahat hikayesi!

IMG_9931-001.JPG

Kınalıada Jash’ta, Buketto ve Ceyda ile buluşuyoruz.

Bir yanımda lise arkadaşım Ayşe, karşımda aslında aynı fakültede aynı yıllarda okuduğumuz halde, tanışmamız Kınalıada’ya kısmet olan Ceyda, blog vesilesiyle tanışıp birlikte nice seyahate birlikte çıktığım Buket ile, sonsuz olabilecek kahvaltıya oturuyoruz.

Dördümüzün ortak sohbet konusu erkekler ve seyahatler oluyor. Hayatımıza girmiş adamların kulaklarını çınlatıyoruz ve ayak bastığımız şehirlerden bahsediyoruz. En çok bize seyahat bahanesi sunan erkekleri sevdiğimizi fark ediyoruz.

IMG_9935.JPG

IMG_9944.JPG

En sonunda şezlonglara geçiyoruz. Hava sıcak. Soğuk bir şeyler içmek için ben garsonu yakalayıp menü almaya çalışırken, Mari “Ne istiyorsunuz kızlar?” diye beliriyor yanımızda. Şahane hayat enerjisiyle… “Soğuk bir şeyler” diye mırıldanıyoruz.

Az sonra böğürtlenli smoothielerimiz elimizde.

Deniz Marmara Denizi, benim gibi Ege tutkunlarının güzel diyebileceği bir deniz değil. Ama orada güneşlenirken, İstanbul’a karşıdan bakarken, yalnızca bir vapurla “çok uzaklaşmış” hissetmeye bayılıyoruz. Mari’ye teşekkürler yağdırıyoruz.

IMG_9954.JPG

Spontane plan değişikliklerine hayatınızda yer açın!

Aslında planımız erkenden şehre geri dönmek. Akşam yemeğine kalmadan, erken bir vapura binmek…

Diğer yandan muhabbet koyu, kalkmak için iyi bir sebebe ihtiyacımız var.

Güneş batarken, mekan işletmecileri yanımıza gelip, “Kızlar içeride şarap tadımı var, gelin biraz takılıyormuş gibi yapıp, birer kadeh şarap alıp gelin buraya.” diyor.

“Ne tatlı işletmecilersiniz siz.” diye düşünüyoruz. “Şarap tadımı hangi markanın?” diye soruyoruz.

Levon Bağış’ın adını duymamızla, ayağa fırlamamız bir oluyor. Onun fantastik çiğ köfte, pastırma ve hatta mumbara yakışan şaraplar gibi, duymaya alışkın olduğumuzdan gerçekten farklı şarap tavsiyelerini dinliyoruz. Kendisini daha önce hiç dinlememiştim, klasik şarap tavsiyelerinden sıkıldıysanız, şiddetle takip etmenizi öneririm.

IMG_9962.JPG

“Ne kadar şanslıyız. Ne kadar harika denk geldi.” diyerek kadehlerimizi tokuşturuyoruz. Spontane plan değişikliklerine açık kaldıkça, hayatın hep harika sürprizler hazırladığına bir kere daha şahit oluyoruz.

Eve geliyorum, duşa girmeyi sabaha erteleyip, Marmara Denizi’nin suyu tenimde haftasonunu kapatıyorum.

Aklımda Bali, Hindistan ve henüz görmediğim bütün şehirler…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s