Yıllarca her fırsatta çantamı sırtıma takıp iki üç günlüğüne Avrupa’nın çeşitli şehirlerinin yollarına düştükten ve büyük bir kısmını arşınladıktan sonra, kararımı vermiştim: Artık daha seyrek daha uzun seyahatlere çıkacaktım. Bilmediğim kültürleri görmek, olağan hayat alışkanlıklarımdan uzaklaşmak, şaşırmak, farklı coğrafyaları keşfetmek istiyordum.
Her cuma şirkete minik bir valizle gidip iş çıkışında doğrudan havalimanına gitmemi ve pazartesi günü darmadağın bir halde seyahatten doğrudan şirkete gelmemi olağan düzenim kabul edenleri şaşırtarak beş ay boyunca yalnızca yurtiçinde bir kaç kaçamak yaptım. “Çok İstanbul’da kalır oldun, hayırdır?” sorusuna haklı bir gerekçe bulmaya çalışarak ayları devirdim.
Ve sonunda, yogitamla Ürdün seyahatimizin zamanı geldi. Son gün valizimi topladığım anda içimi bir heyecan doldurdu: Dönüş biletim bile olmadan, beni nelerin beklediğini bilmediğim bir ülkeye gidiyordum!
İstanbul’dan Akabe’ye uçmak 3 saat sürüyor. Türkiye’yi güneye doğru kat edip, sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın da kıyısı olan Kızıldeniz’in ucuna iniyoruz.
Alman vatandaşı olan yogitam vize sırasında beklerken, ilk defa bir istikametimizde vizeye ihtiyacı olmayan benim. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için vizesiz bir istikamet olduğunu mutlulukla belirtmek isterim.
İlk adı “Ayla” olan ve aynı zamanda masallarda Sinbad’ın uğradığı limanlardan biri olan bu şehir, Müslümanların hakimiyeti ile birlikte Aqaba / Akabe adını almış. Masalların topraklarına gitme fikri çok mistik geliyor.
Ancak indiğimizde ilk dikkatimizi çeken şey, şehrin mistikliği değil; güvenliğin aşırılığı.
Pasaport kontrolden geçtikten sonra, polisler pasaportlara ikinci kez göz atıyor. Havalimanından çıkarken “nothing to declare” geçişi yok, valizleriniz mutlaka x-rayden geçiyor. Otelin bahçesinin dışındaki kapıdan girmeden önce isimlerimiz listeden kontrol ediyor. Sonra otel binasının kapısına gelmeden tekrar x-ray’den geçiyoruz.
İçimden “Biz şuursuzca oldukça tehlikeli bir yere mi geldik?” diye düşünmüyor değilim. Sonuçta iç savaş döneminde bilet daha ucuz diye Polonya’dan Ukrayna’ya gitmiş bir insanım ben. 🙂 Ama şehir güvenli hissettiriyor, öyle bir kargaşa, karmaşa hissi vermiyor.
Akabe’de dalış yapmayacaksanız, bu şehre bir gün ayırmanız gayet yeterli. (Ben burun ameliyatım sebebiyle dalış yasaklısıyım, yoksa biliyorsunuz bunu asla pas geçmezdim.)
Şehirde iki farklı hayat var. Çok geniş alanlara kurulmuş, pek çok lüks otel mevcut. Bunlar yan yana dizilmişler ve kapılarından girdiğiniz anda size gerçekten lüks vaad ediyorlar. Her yerden görünen Kızıldeniz manzarası, oldukça büyük odalar, soğuk meyve suyu shotlar (önce onları alkollü shot sanıp heyecanlandığımı itiraf etmeliyim!), hindistancevizi kokulu soğutulmuş havlular, siz daha onlara hiç bir şey sormadan etrafınızda dört dönen bir personel…
Bu otellerin kapısından çıktığınız anda ise gerçekten Ortadoğu’yu hissediyorsunuz. Palmiyeler, sıcak esen rüzgar, çatısız binalar, renk curcunası, her yerde Arapça yazılar…
Bir de eskimiş ama kullanılmaya devam edilen eşyalar. Her şeyi atmaya meyilli annem, benim biriktici yanımdan yakınırken, hep “Bu Ortadoğu alışkanlığı sana nereden geçti bilmiyorum!” diye söylenir. Orada ne demek istediğini daha iyi anladığımı itiraf etmeliyim. Gerçekten Ortadoğu ruhu taşıyan yerlerde, hep bir aşınmışlık, eskimişlik, yıpranmışlık oluyor.
Sokakta yürürken, üzerimizde uzun elbiseler olmasına rağmen, yanımızdan geçen her bir araba, her bir insan durup bizimle sohbet etmek istiyor. İlk soru mutlaka, “Nerelisiniz?” oluyor. Dibimize girmiyorlar, fiziksel bir tehlike hissettirmeyecek biçimde belli bir uzaklığı koruyorlar, ancak sürekli sohbet etmek istemeleri bir süre sonra yorucu bir hal alabiliyor.
Şehirde gezilebilecek şeyler, Memluklular tarafından yapılmış Akaba Kalesi (Akaba Fortress), Sharif Hussein Bin Ali Camii, islami dönemin başlangıcından kalan Ayla Kalıntıları. Hepsine yürüyerek gitmek mümkün, o yüzden gitmişken gezilmeli, ancak hiçbiri aklınızı başınızdan alacak yapılar değil.
Biz sabah kahvaltıdan sonra bu yapıları geziyor, sonra otelde denizin ve havuzun keyfini çıkartıp, akşam yemeği için hava biraz serinleyince tekrar şehri keşfe çıkıyoruz.
Bence Akabe’de mutlaka uğramanız gereken adreslerden biri falafelci Al-Muhandes. Turistik bir yer değil, şehrin çarşısında bir ara sokakta bulunuyor. Garsonlarla Arapça ve el kol ile anlaşmak zorunda kalıyorsunuz. Falafel ve zeytinyağlı humus olağanüstü lezzetli. Gayet salaş gayet lokal bir yerde lezzete doymak için güzel bir adres.
Şehrin en ünlü restoranı ise, ana cadde üzerinde bulunan Ali Baba. Burası da yerel lezzetleri, lokal şaraplar veya soğuk biralar eşliğinde tatmak için iyi bir adres.
Biz tercihimizi tabule, zeytin salatası ve Makdous denilen sarımsak, baharat ve ceviz dolgulu mini patlıcanlardan yana yapıyoruz.
Ürdün’de geçerli para birimi JOD (jordanian dinar). Şu anda Türk Lirası karşılığı 6,540 TL. Dolayısıyla başından uyarmam gereken şey, Ürdün Avrupa’ya kıyasla ucuz bir tatil istikameti değil, aksine çok daha pahalı.
Lokal restoranlarda alkol servis edilmiyor, ama erişmek örneğin Marakeş’e kıyasla çok daha kolay. Özellikle aramanıza gerek kalmadan, büyük restoranların çoğunun menüsünde yer alıyor, ayrıca şehirde liqour shop’lar var. Alkol servis edilen restoranlarda bir kadeh içki ile birkaç atıştırmalık yediğinizde yaklaşık 50 jod öderken, salaş bir yerde tıka basa falafel ve humus yediğinizde yalnızca 3-4 jod ödüyorsunuz. Ürdün’de bu fiyat skalasının genişliği, İstanbul’dan bile iddialı. Tutarlı fiyatlandırma olan tek şey kokteyller, her yerde 10 jod civarında.
Otelimize gelirsek, biz Kempinski‘de kaldık. Hemen yanındaki Mövenpick de çok güzel bir mimariye sahipti. İnsanların aşırı ilgisini görünce, özel bir plajı olan otelde kalmanın iyi bir karar olduğunun farkına vardık. Üstelik Kempinski’de kalmamıza rağmen, zaman zaman güneş yağı uzatan, oturup izleyen adamlara maruz kaldığımızı belirtmeliyim.
Kempinski’deki odamız iç tasarımıyla ve Kızıldeniz manzarasıyla çok güzeldi. Özel plajımız bembeyaz kumları ile davetkar, denize alternatif tasarım havuzu ve jakuzisi ile oldukça keyifliydi.
Otelde garipsediğimiz en temel şey, genellikle otellerde oda hesabına yazdırarak yiyip içme imkanı sunmamasıydı. Hani genelde otelde her şeyi odaya yazdırırsınız ve check-out sırasında ödersiniz ya; burada otel ücretini check-in sırasında ödüyorsunuz ve sonrasında da odaya bir şey yazdırmak mümkün değil. Ya gidip resepsiyondan depozito doldurmanız lazım, ya da her seferinde yiyip içtiğinizi ödemek için nakit veya kart taşımanız lazım.
Mini bar da dahil olmak üzere, otelde soft drinkler (kola, su, meyve suyu vs) her zaman ücretsiz. Arapça yazılara bayılan benim için elimde cola ile gezmek büyük bir zevkti.
Kahvaltıda pancake ve omlet gibi Amerikan işi seçeneklere, rakı eşlikçisi olmasına alıştığımız humuslar ve yoğurlu mezeler eşlik ediyor.
İşe yaratabilecek bir bilgi olarak, şehirde euro veya dolar bozdurmak isterseniz ve bu işlemi otelde yapacaksanız paranın basım tarihinin yakın bir yıl olması gerekiyor-2006 yılında basılmış euroları kabul etmiyor mesela oteller-; bankalar da pasaport olmadan işlem yapmıyor. Alternatif olarak Türkiye’deki banka kartınızla her ATM’den doğrudan dinar çekebilirsiniz, işlem başına 3 JOD civarında komisyon alıyorlar.
Bir gün boyunca midemizi humus ve falafelle doldurup, güneşlenerek tenimizi güneşe doyurduktan ve Ürdünlü şarkıcılara sardıktan sonra, balkonumuzda otururken kendimi günlerdir deniz tatilindeymiş gibi hissediyorum.
Çeşme’ye Bodrum’a gidip beş günde alamayacağım tatil hissini almış…
“Farklı topraklarda olmanın verdiği merak ve keşif duygusu, insanın tatil ihtiyacını ne kadar hızlı karşılıyor.” diye düşünüyorum.
Sabah otelden çıkmadan önce, bir önceki gün karşıma çıkmış kuş tüyünü, balkondan atarken, dileğimi diliyorum: “Hayatım boyunca keşif yapmamı sağlayacak param, sağlığım, keyfim, bu yollarda bana eşlik edecek sevdiklerim ve aynı zamanda yanımda olmadığı için özleyecek kadar çok sevdiğim insanlar hep hayatımda olsun.”
Yallah habibi, keşifle kalın!
“Akabe: Kızıldeniz, humus, falafel, tabule, bembeyaz kumlar, Kempinski Red Sea” üzerine 2 yorum