Petra‘da sabah kahvaltımızı ederken, “Ürdün’e sırf Petra için bile gelinirmiş.” diyoruz. Seyahatimizin daha üçüncü günündeyiz, önümüzdeki günlerde daha Wadi Rum, Ölü Deniz ve Amman’ı gezeceğiz; ama Petra bizi o kadar mutlu etti ki, daha o anda bu seyahate yaptığımız yatırımın karşılığını almış hissediyoruz.
Kahvaltımızı ettikten sonra, bir gün önceden ayarladığımız özel araç ile Wadi Rum’a yol alıyoruz. Ürdün’de belli bir gelir seviyesinin altındaki bütün adamların hayali ve umudu, bir gün gelen bir turisti tavlayıp, onun ülkesine taşınmak. Bu yüzden merhabalaşmanın ardından sordukları ilk soru “Evli misiniz?” oluyor. Sohbet havasında yaklaşıp, bekar olduğumuz gerçeğini açıkladıktan sonra instagram, facebook ekleme ve hatta telefon numarası isteme aşamasına direk geçildiğini deneyimlediğimden, arabayı kullanan adam bu soruyu sorduğunda temkinli yaklaşıyorum. Evliyim desem, parmağımda alyans yok. (Bu arada kızkıza Ürdün’e gidecekseniz, alyansa benzeyen bir yüzük taşımak aklınızda olsun.) Değilim desem sonra muhabbetin nereye gideceğini bildiğimden ve bütün yolu yürüyen bir adamı kabalaşmadan geçiştirmekle enerjimi harcamak istemediğimden başlıyorum anlatmaya. İstanbul’un ne kadar pahalı bir şehir olduğunu, kiraların yüksekliğini, düğüne herkesi çağırmak gerektiğini, çağrılmayan herkesin trip attığını, bunların çok maliyetli olduğunu, nişanlımla senelerdir evlenmek için para denkleştirmeye çalıştığımızı….
Ev kirası filan ödemediğimi, düğüne para harcamak yerine seyahate çıkmanın bir çiftin ilişkisine çok daha olumlu bir geri dönüşü olacağını her yerde savunduğumu ve hepsinden öte ortada bir nişanlımın filan olmadığını bilen yogitam, kahkaha atmamak için kendini zor tutarak ve şaşkınlıkla izliyor beni.
Ardından da ağzımın payını alıyorum: “Petra Movenpick’ten çıkıp, Wadi Rum Luxury Night Camping’e özel araç ve şoför kiralayarak gidersen, o para zor birikir, yazık adama.” Sonra günlerce gülüyoruz buna.
Wadi Rum’un girişinde kişi başı 5 JOD ödüyoruz. Polise benzeyen üniformalı kişiler, isim soyisimlerimizi, Wadi Rum’da ne kadar kalacağımızı ve iletişim bilgilerimizi bir deftere not ediyor. Ardından arabamızdan inip, arazi tipi kamyonetlerden birinin arkasına oturuyoruz.
Hem göğüs dekolteli, hem yırtmaçlı elbisemin çöl için aslında o kadar da uygun olmadığını anlamam için on saniye yetiyor. Kamyonetin arkasında saçlarım uçuşurken, hoplaya zıplaya giderken, düşmemek için direğe tutunmakla, dekoltelerimi toplamak veya fotoğraf çekmek arasında seçim yapmakta çok zorlanıyorum.
Geçen sene Merzouga çölünde iki gün geçirdiğim için, her çöl deneyiminin birbiriyle üç aşağı beş yukarı aynı olacağı yanılgısı içindeyim. İklim, coğrafi özellikler, gündelik yaşam biçimi her çölde benzer olur sanıyorum.
Wadi Rum ise daha önce gördüğüm çöl de dahil olmak üzere, hiç bir yere benzemiyor. Kızıl kumlar, photoshop ile yerleştirilmiş gibi görünen büyüleyici tepelerle çevrili. Üst üste yerleştirilmiş gibi görünen taşlar inanılmaz mistik bir hava yaratıyor. Uçuşan kumlar, boyanmış gibi kıpkırmızı.
Vadinin yamaçlarına kurulmuş pek çok kampı geçtikten sonra, bizim efsane balon çadırlarımızın olduğu kamp alanına ulaşıyoruz. O kadar keyifliyim ki, sanki bambaşka bir gezegene gelmişim gibi hissediyorum. Kampın işletmecisi abi bana “Leyla” adını takıyor. Sen burada Leyla’sın diyor.
Mars 1 isimli fantastik çadırımıza yerleştikten sonra, kamp alanının içinde geziniyoruz.
Bu arada Wadi Rum’a giderseniz kalmanız gereken yer hiç şüphesiz burası.
Akşam üstü 16:00’da jeep safari’ye çıkıyoruz.
Çöl denildiğinde akla gelen uçsuz bucaksız kum alanın aksine Wadi Rum pek çok gezilecek yer sunuyor. Kanyonlar, tepeler, Marslı filminin çekildiği ve sand board yapılan alan, T.E. Lawrence’in Arapları Osmanlı’ya karşı örgütlediği ve daha sonra Lawrance of Arabia’nın çekildiği yer… Gün batımına kadar, oradan oraya geziyoruz. O kadar güzel ve o kadar büyüleyici ki.
Her tırmandığım tepe, bana sandığımdan çok daha güçlü olduğumu gösteriyor. Çölün bilinmezliği ve heybeti, gündelik hayat kaygılarımızı daha da önemsizleştiriyor. Tam bir yıl sonra kendimi yeniden çölde bulmuş olmama keyifleniyorum. Geride kalan bir yılın bütün kaygısını, tasasını, içimde beslediğim bütün endişeleri, kumlara batıp çıkarken orada kaybediyorum.
Akşam bir kum tepesinin üzerinde oturup, muhteşem bir gün batım manzarası izledikten sonra kamp alanımıza geri dönüyoruz. Sabah kahvaltısından beri hiç bir şey yemediğimizden kurtlar gibi açız. Ortak alan olarak kullanılan büyük çadıra gidiyoruz. Ortam oldukça matrak. Kenarda dj seti kabini gibi bir alan var. Başındaki adam ise müzik yapmıyor, çalan müzikle dans ederek, şarkılar söyleyerek, sacların üzerinde taze ekmekler pişiriyor. Sıcacık ekmekleri humuslara bana bana karnımızı doyuruyor, buz gibi biralarımızı içiyoruz.
Sonra davet edildiğimiz, bizim kampın arka tarafındaki devasa berberi çadırına gidiyoruz. Çadırın önünde ateş yakılmış ve diğer turistlerle birlikte minderlerde oturuyoruz. Nargile ve nane çayı ikram ediliyor. Bizim düğün müziklerine benzer müzikler çalınıyor. Geçen sene öğrendiğim Arapça kelimelerle, zaten kafa yapıcı nargileyle yükselmiş Berberi adamların beynini yakıyorum, çok eğleniyorum.
Gece, olağanüstü güzel çadırımızın önündeki armut puflara oturuyoruz. Yıldızların görüntüsü muazzam. Çok çaba harcamadan, sürekli kayan yıldızlar görüp, çığlıklar atarak dilekler diliyoruz. Bir anda dilimize dolanıyor, avaz avaz, “Haydi gel benimle ol, oturup yıldızlardan bakalım dünyadaki neslimize. Ordaki sevgililer özenip birer birer gün olur erişirler ikimize.” diye şarkı söylüyoruz. Sonra hayatlarımızdan, hayatımızdaki adamlardan bahsediyoruz. Derin derin çözümlemeler yapıyoruz kendimize dair. Çölün büyüsü bu belki de, insanı içine döndürüyor ve bunu yaparken de muhteşem bir yıldız manzarası sunuyor. Sessizliği bozan sadece kendi sesimiz, bir de arada sırada kampın çitlerine saldıran, ortalıkta başı boş gezen develer.
Üzerimizdeki pantolon ve sweatshirt’lara rağmen, çok üşüdüğümüzde çadırımızın içine giriyoruz. Yatağımıza yatıp, cibinliğimizi kapattığımızda ikimiz aynı anda coşkuyla “Yok artık! İnanılmaz bir şey bu!” diye bağırıyoruz. Çadırımızın tepesi şeffaf olduğu için, yıldızlar bütün heybetiyle kafamızın üzerinde. Cibinliği kapattığımızda, çadır ve çadırın içindeki hiç bir şeyi görmediğimiz için, sanki yatak çölün ortasında etrafında hiç bir şey olmayan bir yerde ve açık havadaymış gibi hissettiriyor. Hayatımda yattığım en sıra dışı, en büyüleyici yatak.
Uykusuzluktan gözlerim acıdığında bile, o görüntüyü mümkün olduğunca çok izlemek için gözlerimi kapatmayı reddediyorum. “Kimseye fotoğafını çekip gösteremeyeceğimiz, anlatsak eksik kalacak, sadece ikimizin anlayabileceği bir an bu.” diyoruz.
O gece çölün ortasındaki yatakta, tepemde yıldızlarla, “Otuz yaşımdayım, hala masallara ve kendi masallarımı yaratabileceğime inanıyorum.” diye mırıldanarak uykuya dalıyorum.
“Başka gezegende bir gün: Wadi Rum” üzerine 2 yorum