Geride kalan haftada ajandam iş sebebiyle inanılmaz doluydu. Şehir dışı iki iş seyahatine, İstanbul’da da yetiştirilmesi gereken bir sürü sözleşme ve cevaplanması gereken yüzlerce e-posta eşlik ediyordu.
Evden gece 2:00’de çıkıp, ertesi gece 22:00’de geri döndüğüm, yani tastamam yirmi saati dışarıda geçirdiğim günlerden bahsediyorum.
“Her gün evimi düzenleyeceğim, düzenli besleneceğim, haftada iki kere spora gideceğim.” paketini komple rafa kaldırdığım gibi, uykularımın büyük bir kısmını da taksilerde ve uçaklarda tamamladım.
Benden yeni bir iş istemeye gelenler, sulanmış gözlerimi gördüklerinde “Haftaya konuşalım en iyisi.” diyerek yavaş yavaş uzarken ve ben acaba kendime bilgisayar ekranları için özel gözlüklerden mi alsam diye düşünürken, aslında bütün yorgunluğuma rağmen keyfim çok yerindeydi.
Hafta boyunca bütün uykusuzluk ve yorgunluğuma rağmen, “Vücut yorgunluğu kolay geçer. İç sıkıntısı, kafa doluluğu ve depresiflik asıl uzak durulması gereken problemler.” diyerek, işlerim bittikten sonra gittiğim her yerde kendimi keşiflere adadım. Onlarca kilometre yürüdüm, güzel yemekler yedim, ufuk açan sergiler gezdim.
Ayağımın tozuyla bu haftadan notlarım karşınızda:
Antalya:
Antalya’daki toplantılarımız ve denetimimiz bittiğinde, güneşli saatlerin de sonuna gelmiştik. Yine de hemen üzerimizden elbiselerimizi atıp, mayolarımızı giyerek kendimizi Konyaaltı plajına attık.
Deniz kıyısında olmanın o muhteşem enerjisi, uykusuzluğumuzu ve yorgunluğumuzu aldı götürdü.
Antalya’ya gelmişken olmazsa olmazlar listesinin başını “şiş köfte ve piyaz” çektiği için akşam yemeğimizi Piyazcı Mehmet’te yedik.
Tahinli piyaz, her Antalya’ya gelişimde farklı bir yerde tatmama rağmen, bende heyecan yaratan lezzetler arasında kendine yer bulamamış olsa da, Piyazcı Ahmet’in şiş köftesine gerçekten bayıldım.
Karnımız doyduktan sonra uçak saatimize kadar da Kaleiçi’nde gezindik. Hala yaz hissi veren güneş batarken, bütün sokaklar sarı-pembe yansımalarla kaplanırken, Kaleiçi adeta bir İtalyan kasabasına dönüştü.
Dönüş yolunda kesintisiz bir uykuya dalmadan hemen önce, Antalya’nın iş için gelinebilecek en iyi şehirlerden biri olduğuna karar verdim.
Ankara:
Cuma sabah erkenden ayak bastığımız Ankara’da, akşam saatlerine kadar günümüzü bir plazanın toplantı odasında geçirdik. İş anlamında oldukça verimli bir gün oldu, ama İstanbul’dan farklı bir şehirde olduğumu kesinlikle hissedemedim.
Akşam bütün haftanın yorgunluğu ile o geceyi geçireceğim otel odasına gittiğimde, odada yalnızca yirmi dakika kadar geçirdim. Hemen üzerimden iş kıyafetlerimi ve topuklu ayakkabılarımın yerini, spor ayakkabılar ve beni sıcacık tutacak bir sweatshirt aldı.
Kulaklıklarımı takıp, Tunalı Hilmi’den Cermodern’e kadar yürüdüm. Attığım her adımla kafam boşaldı, keyfim ve enerjim yerine geldi.
Cermodern’in avlusuna girdiğim anda bayıldım. Eski tren garının olduğu alan, gerçekten güzel bir modern sanat alanına dönüştürülmüş. Buraya yolumu düşürme sebebim de “Göbelitepe The Gathering” isimli sergiydi.
İçeri girdiğiniz anda kendinizi tül perdelerin arasından yürürken buluyorsunuz. Bir anda şimşekler çakmaya, tül perdelerin üzerinden yabani hayvanların gölgeleri hareket etmeye başlıyor. Tamamen dijital eserlerden oluşan bu sergi, Göbeklitepe’nin tarihini anlatmıyor, hissiyatını yaşatıyor.
Sadece bu sergi, Ankara’ya gitmek için tek başına bir sebep değil; ama Ankara’dakiler ve Ankara’ya yolu düşenler atlamasın derim.
Akşam da istikametim Divan Oteli’nin altındaki artisan bakery Ekşi Maya oldu. Tartine‘lerine de, şekersiz unsuz tatlılarına da bayıldım. Sağlıklı ve lezzetli bir şekilde karın doyurmak için güzel bir adres.
Eskişehir:
Eskişehir’e gitmek uzun zamandır aklımdaydı. Muhteşem bir logo kullanan ve harika bir mimariye sahip binası olan Odunpazar Modern Müze‘yi gezmek istiyordum. Hazır Ankara’dayken, İstanbul’a dönmeden önce yolumu bu müzeye düşürdüm. Bayıldım! Sadece bu müze için bile Eskişehir’e gidilir.
Bir kere binanın mimarisi gerçekten fotoğaflarda göründüğü kadar, hatta daha bile güzel. Tarihi Odunpazarı evlerinin arasında, bir anda gözünüze çarpıyor bu modern mimarili ahşap bina. Üstelik de beton değil, ahşap olduğu için hiç de rahatsız etmiyor, aksine çok davetkar görünüyor.
İçerisinde gezerken binayı daha da çok sevdim. Bir anda kafanızı kaldırdığınızda sürpriz geometrik oyunlarla karşılaşıyorsunuz. Ve heybetli heykeller ile şehrin karmaşasını yalnızca bir cam ayırıyor.
Erol Tabanca’nın koleksiyonundan derlenmiş “Vuslat” sergisinde yer alan eserler gerçekten çok güzel. Daha önce hiç adını duymadığımız bir sürü sanatçıyı keşfetmemizi sağladığı gibi, gerçekten gezmesi keyifli bir sergi ortamı da sunuyor.
Benim favorilerimden biri de Bora Akıncıtürk’ün Kitlesel Medya İmgeleri isimli yukarıdaki çalışmasıydı.
Müzenin butiği, en az kendisi kadar “Sonunda ya!” coşkusu verdi bana. Çünkü bütün müze butiklerinin Çin malı çok zevksiz ürünlerle dolu olmasını sürekli eleştirip duranlardanım ben. OMM’un butiğinde ise Türk tasarımcıların harika ürünleri satılıyor. Dilara Fındıkoğlu ile işbirliği yapıp, OMM’a özel üniforma tasarlatmış olmaları gerçekten alkış hak eder ve umarız ki diğer sergiler ve müzeler de buna benzer çalışmalar yapar, dedirten bir vizyon.
Tamamen Türk tasarımcıların seramik bardak ve tabaklarını kullanarak servis yapan çok ferah bir de cafe’si var. Tek eleştirebileceğim nokta, bu cafe’deki fiyatlandırma. Bir bardak kahvenin 14TL olması, bence Eskişehir’de bir nokta için iddialı ve hatalı.
Binanın mimarisinin, içeride sergilenen koleksiyonun, butiğinin ve cafe’sinin hepsinin birbiri ile uyum içinde olmasını da ben çok sevdim. En son Lizbon’da bir modern sanat müzesini gezdiğimde bu kadar tatmin olarak ayrılmıştım.
Tramvayın Atatürk Lisesi durağında inerek bu müzeye kolayca ulaşabilirsiniz. Giriş ücreti öğrenciler için 15TL, diğer herkes için 20TL. Pazartesi hariç her gün de 10:00-18:00 arası açık.
Yalnızca OMM, bana Eskişehir’den bütün beklediğimi verdi; ama yine de Eskişehirlileri hayal kırıklığına uğratmamak için Papağan’da çiğ börekli bir kapanış da yapmayı ihmal etmedim.
Keşfederek kalın!
“Bir Hafta Beş Şehir – Son Deniz, Cermodern, Ekşi Maya, OMM” üzerine 2 yorum