Hayatımı düzene sokarak, kendi dengemi bulmaya çalıştığım günler geçiriyorum diye inkar edecek değilim: Ben gerçekten gece dışarı çıkmayı, sabahlara kadar dans etmeyi ve ayaklarımın sızladığını eve gelip yatağa uzandığımda fark etmeyi seviyorum.
Üzerine 748473 kişi bassa da, üzerine yapış yapış iz bırakacak şekerli bir kokteyl dökse de hiç dert etmeyeceğim, ayda en az iki kere çamaşır makinesine hiç acımadan attığım, içine taban yerleştirerek ortopedik hale getirdiğim Converse’leri ayağıma geçirip, üzerime illa ki göbeğimi açıkta bırakan bir bluz giymeyi de…
Cin sodaların arasında tekila shotlar atararak zaman algımı kaybetmeyi de…
Kendimi Alara olarak tanıtıp, beklentisizce flört etmeyi… (Beklentisizce kısmında da çok ciddiyim. On beş yıldır gece hayatında düzenli mesai harcayan biri olarak, barda clubta tanışılan adamlardan -arkadaşın arkadaşı ile tesdüfen tanışma şeklinde olmadıkça- uzun vadede hiç bir hayır geldiğini görmedim. O yüzden gece dışarı çıkıp dans etmeden sağı solu kesen %99’un aksine ben gece sahiden dans etmek için çıkıyorum dışarı.)
Diğer yandan sabaha kadar dans edilerek öldürülen ertesi günleri; 60 metrekare evde, dışarıdan söylenmiş fast food yemeği almak için kapıya gitmeye üşendiğim hallerimi, uyanıp yataktan kalkıp bir türlü ayılamadan kendimi sürekli yatar pozisyonda bulduğum sersemliklerimi sevmiyorum.
“Eğer sürekli olup biten harika etkinliklere katılmayacaksam, neden İstanbul’da yaşıyorum ki?” diye soruyorum kendime böyle sersem geçen günlerimde. Özellikle bu her hafta sonu aralıksız tekrar eden bir hal aldığında…
Son bir kaç haftamı şöyle geçiriyorum: Bir gece dışarı çıkıyorum, kurtlarımı döküyorum. Mutlaka bir sanatsal etkinliğe katılıyorum. Bir de şehirde henüz denemediğim bir şeyin peşine düşüyorum. Geri kalan zamanlarımda keyfime göre ya çalışıyorum, ya bir şeyler izliyorum, ya da evde eşyalarımdan arınıyorum, kendime sağlıklı yiyecekler hazırlıyorum filan.
Normalden çok daha az gezip tozmama ve bir sürü harika plana “ben yokum” diye cevap vermeme rağmen, hayatımdan uzun zamandır olmadığı kadar tatminim, “Boşa harcanmış.” veya “Birbirinin tekrarı aynı günler.” hissi / paniği yaşamıyorum.
Bu aralar keşfettiklerimden notlar karşınızda:
Küçük by Klein:
Karaköy’de Vor Klein ilk açıldığında gitmiştik, bize manasız gelmişti. Ne Harbiye’deki Klein tadında bir ortam vardı, ne de yemek açısından çok cazip bir menü sunuyordu. Aynı mekanın konsepti ve adı değişerek Küçük by Klein olmuş.
Cuma geceleri Güllüm sahneye çıkıyor. Çocukluğumuzun televizyondaki çok prim yapan showlarından Huysuz Virjin tadında. Şarkılar söylüyor, kadınlara yerin dibine sokan eleştiriler yaparak takılırken; erkekleri bel altı şakalarla yüceltiyor.
Bana “Ajdacığım da gelmiş, alt dudağını her gün bir yerde unutuyorsun.” diye takıldı mesela. 🙂
Yemek ve mezeler açısından çok matah, mutlaka tatmalısınız diyeceğim bir şey yok. Ana yemek seçeneklerinde “Adana Kebap”, “Urfa Kebap” seçenekleri sundukları anda beni kaybettiler zaten.
Adana yazılarımı okumayanlar varsa, şu yazımda da uzun uzun anlattığım üzere: “Adana kebabı”nı lügatınızdan çıkartarak başlayalım. Sipariş verirken lütfen yalnızca “kebap” diyin. “Acılı Adana, acısız Urfa”yı da unutun, böyle bir şey yok. Bize çok acılı et geliyorsa, etin bayatlığını gizlemek için bol baharat koyduklarını ve kazık atmaya çalıştıklarını düşünürüz.
Yine de Güllüm’ün gösterisi gerçekten eğlenceli, kahkahalar atmadan duramıyorsunuz. Söylediği şarkılar çok keyifli. Ardından da Türkçe pop şarkılar eşliğinde dansa devam ederek bütün kurtlarınızı dökebilirsiniz. Club konsepti dışında bir eğlence arayanlara özellikle tavsiye ederim.
Arter:
Arter‘in Taksim’den Dolapdere’ye taşındığını biliyordum; ama yeni binalarına bir türlü yolum düşmemişti. The Magger‘ın (bu arada site yenileniyor ve bomba gibi geliyor. Takipte kalmayı unutmayın.) etkinliği sayesinde sonunda Arter’e yolum düştü.
Araba park etmek oldukça güç olsa da, Taksim’den düzenli olarak shuttle servisleri var. Onları kullanarak kolayca buraya ulaşabilirsiniz.
Ben çok daha küçük ve gösterişsiz bir sergi alanı beklerken, kocaman ve çok güzel bir bina ile karşılaştım. Kütüphanesi, cafesi ve çok ferah kocaman sergi alanları ile kocaman yepyeni bir bina yapmışlar. En kısa zamanda bir gün de kütüphanesinde çalışıp, cafesinde yemek yiyerek sakin bir günümü burada geçirmeyi planlıyorum.
Sergilere giriş 2 Ocak 2020’ye kadar ücretsiz. Belirli saatlerde rehberli geziler var. Bana sorarsanız sergileri mutlaka rehber eşliğinde gezin.
Rehbersiz gezerseniz önünden “hmmm” diyerek geçeceğiniz bir sürü eserin anlamını ve ne olduğunu öğrenince çok anlamlı hale geliyorlar. Örneğin yukarıda gördüğünüz tepecik, Berlin’de bir yıl boyunca içilen şampanya şişelerinin parçalanmış haliymiş. Dikkatli bakarsanız altındaki toprak gibi görünenlerin de o şişelerin etiketleri olduğunu fark edeceksiniz.
Türk modern sanatına çok büyük katkısı olan Altan Gürman’ın kim olduğunu ve eserlerini de ben bu sergi sayesinde öğrendim.
Benim gittiğim güne özel bir durum muydu bilmiyorum; ama içerisi Avrupalı turist dolu ve İstanbul’da uzun zamandır gittiğim metrekare başına en çok yakışıklı erkek düşen mekan burasıydı. Sergi gezmeniz için yeterli motivasyonu verdiğimi düşünüyorum. 🙂
Living with Yourself:
Çok uzun zamandır film ve dizi izlemez olmuştum. Evde geçirdiğim vakitlerin artmasıyla yeniden Netflix’e dadanmaya başladım. Living with Yourself çok keyifli bir dizi. Şimdilik tek sezon ve sekiz bölümden oluşuyor.
Hayatından çok bezmiş, evliliğini ve işini yüzüne gözüne bulaştırmış bir adam, iş arkadaşının tavsiyesi ile bir spa’ya gidiyor ve kendisinin çok daha iyi bir versiyonu olan klon ile birlikte geri dönüyor. Tek bir hayat, iki adam.
Hem komik, hem de düşündürücü. “Benim daha iyi bir versiyonum olsa neleri farklı yapardı?” diye düşünüp durdum izlerken.
İstanbul Tiyatro Festivali ve Kaldırım Serçesi
İKSV tarafından düzenlenen 23. İstanbul Tiyatro Festivali başladı ve 1 Aralık tarihine kadar devam edecek. Sponsorlar sayesinde öğrenci biletlerinin yalnızca 15TL olmasına, şehirdeki bütün etkinlik biletlerinin öğrenci bütçesi için çok yüksek fiyatlı olduğunu düşünen biri olarak ben bayıldım.
İstanbul’da kışın en sevdiğim şeylerden biri, hem bağımsız sahnelerin, hem de devlet tiyatrolarının yepyeni oyunlarla karşımıza çıkması. Özellikle festival dönemi bu anlamda çok verimli ve dolu dolu geçiyor.
Benim festival kapsamındaki ilk tercihim, Edith Piaff’ın hayatını anlatan Kaldırım Serçesi oyunu oldu.
Edith Piaff’ı en çok dinlediğim günler muhtemelen, Isparta’da geçirdiğimiz günlerdi, her akşam imamın evinin balkonundan köye doğru La Vie En Rose yayılıyordu bizim yüzümüzden. Oyuna giderken imamın evindeki günlerimizi anıp kikirdeyip duruyordum bu yüzden.
Edith Piaff’ın hayat öyküsü ise içime dokundu. Aşk ile var olmuş, hayatından aşk çıktığı anda sönmüş, yeniden aşkı bulduğunda ışıldamış çapkın bir kadın olduğunu bilmiyordum.
Müzikal ve tiyatro karışık bu oyundaki oyunculuk performansı muazzam. Denk gelirseniz ve Edith Piaff şarkılarını seviyorsanız (ki oyunda Türkçe yorumlanmış şarkıları da var) mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
Oyundan sonra bütün yakışıklı adamları işaret edip, “Gözleri mavi mi?” diye sormak istiyorum.
Keşifle ve keyifle kalın!
Edebiyat; kötüyü, çirkini kaldır at, yazına, sözüne güzellik kat demektir. Edebiyat yat demez,
Günümüz test çağı. Okul müdürleri edebiyat öğretmenlerine, “kompozisyonla, şiir açıklatmakla fazla uğraşma, test çözdür de öğrenciler üniversite sınavlarında başarılı olsunlar, okulumuzu adı duyulsun” diyorlar. Bu yüzde iki lafı bir araya getiremeyenler, güzel konuşamayanlar, güzel yazmayanlar, okur- yazar geçindikleri halde kitap okumayanlar, kitap okumayı gereksiz bulanlar çoğalıyor…
BeğenBeğen