Cuma günü öğle saatlerinde kabin boy bagajlarımız ile şirketten çıkıp, pembe ve sarı elbiselerimizle havalimanının yolunu tuttuğumuzda, “Nereye?” diye soranlar “Çeşme, Bodrum, Marmaris” gibi bir cevap beklerken, neşeyle “Isparta” diye cevap verdiğimizde şaşırıyorlar.
“Isparta mı?”
Daha önce Urfa‘ya, Kars’a, Van‘a ve hatta Fas‘ta giderken de hep böyle tepkiler aldığımdan ve hepsinde geçirdiğim günlere ayrı ayrı bayıldığımdan, yüzümdeki kocaman gülümseyi hiç bozmuyorum.
Aylar önce üçümüz Adana’da rakı kadehlerimizi tokuştururken, birlikle iyi bir seyahat ekibi olduğumuzu keşfetmiştik. Onlarla kendi memleketimde turist olmuş, her anı keyifli sohbetlerle, kahkahalarla ve keşiflerle dolu bir haftasonu geçirmiştim. “Bir sonraki istikametimiz neresi olsun?” kararını da Adana’da kebaplarımızı mideye indirip, rakı kadehlerimizi tokuştururken vermiştik.
Isparta’ya Kuyucak Köyü’ne gidecektik. Oraya kadar gitmişken, Salda Gölü’nü görmemek olmazdı.
Lavanta mevsimi temmuz ayı olduğu için temmuzda üçümüzde de uyan bir haftasonu belirledik. Geriye tek bir çözülmesi gereken sorun kalmıştı: İçimizde araba kullanan olmadığı için, transfer ayarlamamız gerekiyordu. Bir de köyde otel veya pansiyon olmadığı için nerede konaklayacağımız kocaman bir soru işaretiydi.
O sırada instagram üzerinden birisi bizi buldu, konaklama ve transfer konusunda destek olmayı teklif etti. Konaklama için bize yolladığı fotoğraflar, üçümüzün de daha önce hiç kalmadığı türden bir köy eviydi. Öyle Toskana bağlarında taş ev gibi bir şey canlanmasın gözünüzde, gerçekten köy evi! Üstelik de rezervasyon için bütün ücretin yarısını kapora olarak istiyordu.
Sarı çizmeli Mehmet Ağa’nın instagram kullanan versiyonuna, garip bir köy evinde kalmak için güvenmek tabii ki mantıksızdı.
Ve tabii ki biz mantığı bir kenara koyup, şansımızı denemeye karar verdik ve talep ettiği ücreti kendisine yolladık.
İşte bizim Isparta maceramız böyle başladı.
Neyle karşılaşacağımız ve hatta karşılaşacağımız bir şey olup olmayacağından bile emin olamayarak Isparta Havalimanı’na iniyoruz. Bizi karşılayan yaşlı bir amcanın arabasına binip, Kuyucak Köyü’ne doğru yola çıkıyoruz.
Yolda sırf sohbet olsun diye soruyoruz; “Bizim kalacağımız ev nasıl? Bahçesi veya balkonu var mı?”, “Televizyon yok sadece.” diyor. Televizyon tabii ki umurumuzda değil. “İmamın evi.” diye ekliyor. Bunu şaka olarak alıp, kahkahalarla gülüyoruz.
Kocaman bahçeli köy evlerinin arasından geçerken, “Çok güzel, yemyeşil.” diye yorum yapıyoruz. “Biraz bok kokuyor, ama alışır burnunuz.” diye cevap veriyor. Buna da gülüyoruz.
Arabadan indiğimiz anda gerçekten çok yoğun bir koku çarpıyor yüzümüze. “Şaka yapmıyormuş.” diyoruz şaşkınlıkla.
İmamın güler yüzlü eşi bizi karşılayıp, devasa Mekke fotoğrafları asılı yatak odamıza bizi götürdüğünde “Hiç bir konuda şaka yapmıyormuş hatta.” diyerek kahkahalarla gülmeye başlıyoruz.
Üzerimizde mini elbiseler, kabin boy bagajlarımız şarap şişeleriyle dolu, kendimizi yataklarımıza atıp kahkahalarla gülüyoruz. “Maceramız şu an itibarıyla resmen başladı.”
Ev sahibemiz bize buram buram kokan taze birer lavanta tacı veriyor. Kafamızda lavanta taçlarımız ile tarlaların yolunu tutuyoruz.
Öyle uçsuz bucaksız tarlalar değil bunlar, ufka kadar lavantalar akmıyor. Ama bizim gibi turistleri oyalamak için harika ortamlar yaratmışlar. Salıncaklar var, renkli iskemleler, bisikletler… Özellikle bize bütün bu transfer ve konaklamaları ayarlayan Fahrettin’in bahçesi en keyifli düzenlenmiş lavanta bahçesi.
Bizden başka hiç kimse olmadan saatlerce lavanta tarlalarında yürüyoruz, oturup sohbet ediyoruz, fotoğraflar çekiliyoruz, salıncaklarda sallanıyoruz.
Çektiğimiz fotoğraflara bakıp “Damatsız save the date çekimi gibi oldu bunlar!” diye dalga geçiyoruz kendimizle. Gerçekten masalsı bir ortam, keyiften dört köşeyiz.
Sonra otoyolda yürüyeme başlıyoruz. Bir cafe’ye oturuyoruz. Gözleme siparişi veriyoruz, “Haftaiçi çok gelip giden olmuyor, yapmadım o yüzden.” diyor köylü teyze. Ama aç olmamıza kıyamayıp, bir badem paketi getiriyor önümüze. Bize de tam bir görsel şölen olan birer lavanta çayı demliyor.
Akşama doğru evimize dönüyoruz. Mis gibi lavanta tarlalarında yürümüş, lavanta çayları ile şifalanmış, balkonumuzdaki hamakta sallanıp gün batımını izliyoruz.
Ardından ev sahibemizin bize hazırladığı akşam yemeklerini yiyoruz. Aç kalır mıyız diye korktuğumuzdan valizlerimizde nachoslar, kuru yemişler var; ama yemekler gayet lezzetli.
Ev sahipleri bizi kendi başımıza bıraktığında, valizlerimizden şaraplarımızı çıkarıyoruz. Çok keyifli sohbete dalıp, plastik bardaklardaki şarapları tokuştururken, “Helal olsun ya!” diyoruz.
Kuyucak Köyü’ne giderseniz profesyonel tur rehberliği, servisin şıkır şıkır aktığı cafeler veya çok şık revize edilmiş köy evleri beklemeyin. Yine de bu köy kendi kaderini değiştirmiş bir köy. Kimsenin yolunu tutmadığı bir yerken, şu anda akın akın turist ağırlıyor. Sadece gül ve lavanta ekip biçip üç kuruş para kazanırlarken, evlerini pansiyon olarak açıp, işsiz olan adamları transferden sorumlu kılıp, para kazanmaya başlamışlar. Gençler de iletişim kısmını üstlenmiş, gelmeye niyeti olanları bulup, köylüler arasında konaklama ve transfer işlerini organize ediyorlar. Profesyonellikten çok uzak olmaları, harika bir iş başardıkları gerçeğini değiştirmiyor.
Üstelik de hani hep Avrupa seyahatlerimizde, “Bizde niye böyle konseptler yapılamıyor ki? Bizim ülkemiz çok güzel aslında, sadece konsept geliştirip pazarlama kısmını bir türlü beceremiyoruz niyeyse.” diye yakınırız ya; bu köy bunu başarmış. Kendi kaderini değiştirmiş.
O gece hayata karşı çok daha umutlu uyuyoruz. Lavantaların etkisiyle çok da derin.
Faydalı Tüyo: Biz cuma öğlen uçağı ile gittik Isparta’ya, zaten günde bir sefer var. Bence kesinlikle bunu tercih edin.
Cumartesi günü otobüsler dolusu turist geliyor. Bizim keyfimize göre her köşesinde saatler geçirdiğimiz tarlalar, cumartesi ve pazar günleri, fotoğraf çekilen bir yığın kişiyle doluyor.
Oldukça tatsız cumartesi ve pazar gitmek. Cuma gidin, tarlaları gezin. Cumartesi ve pazar ne yapılır, bir sonraki yazıda anlatacağım. 🙂
Keşfederek kalın!
“Kendi Kaderini Değiştiren Lavanta Kokulu Köy: Kuyucak” üzerine 2 yorum