Göcek’teki parti tatilimiz üzerine İstanbul’da geçen hızlı günlerden sonra, iş bilgisayarımı yanıma alıp doğrudan İzmir’e uçuyor ve soluğu Teos’ta alıyorum.

Bir zamanlar citta slow ünvanı almış olan, bu gün oldukça çirkin binaları, zevksiz tabela yığını ve akıl almaz trafiği ile bana zevksiz ve keyifsiz Anadolu kasabalarını andıran Seferihisar’ı ne kadar sevmiyorsam, Sığacık’ı da tarihi kale içi dışında -orayı özellikle boş olduğu akşam saatlerinde çok beğeniyorum – aynı konseptte buluyorsam da; Güneşköy bunların ikisine mesafesel olarak yakın olsa da, bambaşka bir dünya sunuyor ve buraya tam anlamıyla bayılıyorum. Her gittiğimde bana çok iyi geliyor.
Bana arada sırada bu bölgeden tavsiye soranlar oluyor, oldukça çok zamanımı buralarda geçirmeme rağmen tavsiye vermekte hep zorlanıyorum; çünkü ben çoğu zaman Güneşköy’den hiç çıkmıyorum. Yemek yemek için de Seferihisar ve Sığacık yerine de Urla taraflarına yolumu düşürüyorum.

İstanbul’un bütün o curcunasından sonra, müthiş manzaralı çatı katımda çalışmak, ne yiyeceğim derdine hiç düşmeden annemin muazzam yemekleri ile beslenmek, gün içinde iş beni çok yorarsa yürüyerek beş dakikada akvaryum denize ulaşıp yüzerek kafa dağıtmak, işleri toparladıktan sonra kitabımı alıp tekrar sahile inmek, orada güneşi batırmak, akşam eve gelince “Bu gün drink ne hazırlasak?” diye düşünmek, evde bizimkilerle veya sevdiğim arkadaşlarımla uzun akşam yemeği sofralarına sofralarına oturmak ve bütün bunlar olup biterken hiç bir ulaşım aracı kullanmamak ve hiç ayakkabı bile giymemek o kadar iyi geliyor ki…


İstanbul’da çıkarttığımdan çok daha fazla iş bitiriyorum orada. Patronum bile takılıyor bana hatta, “Sen İstanbul’a niye dönüyorsun, hep orada kalmıyorsun?” diye. Bu sefer de yine üç gün kalmak için gidiyorum, sonra dönesim gelmiyor. Hafta içi günleri çatıdaki ofisimde geçiriyorum, hafta sonu kızlarla bütün gün plajda yatıp sohbet ediyoruz. Pazar günü dönmeyi planlarken, dönmüyorum, bir sonraki hafta ortasına kadar orada kalışımı uzatıyorum.
Sonra tesadüfen bir yeni arkadaş daha kazanıyorum, daha önce hiç karşılaşmamış olmamıza şaşırıp, birbirimizi çok seviyoruz. Akşamüstleri en uçtaki şezlonglarda birer bira tokuşturarak başladığımız sohbetler, uzadıkça uzuyor. Bir kadın ve bir erkeğin farklı bakış açılarıyla ilişkiler hakkında samimi sohbetler yapabilmenin keyfini sonuna kadar sürüyor, hayata dair çelişkilerimizi konuşurken arka tarafımızdaki Teos Antik Kenti’nin bu topraklarda sihirli bir etki bıraktığında hemfikir oluyoruz. Şehir hayatında üzerinde düşünmeye fırsat bulamayıp geçtiğimiz her şeyin burada denize karşı otururken çözümlendiğine ve hayattan bir sinyale ihtiyaç duyduğumuzda hep burada cevabın bize geldiğine dair anılarımızı paylaşıyoruz.

Her zaman bu kadar sakin bir yerde yaşamak için hala çok genç olduğumu düşünüyorum. Ben İstanbul’u, İstanbul’a has dinamizmi, gece hayatını, sabaha kadar dans etmeyi, sınırsız sayıda restoran seçeneğine sahip olmayı seviyorum. Ama hep İstanbul’da yaşamanın da bazı şeyleri kaçırmaya sebep olduğunu düşünüyorum. Yaşadıklarımız, hissettiklerimiz, hayatımızda sevip sevmediğimiz şeyler üzerinde düşünmeye fırsat bulamıyoruz. Çünkü hep yapılacak bir şeyler, yetişilecek bir yerler var, hiç düşünmeden sadece aktivite halindeyiz. O yüzden bütün o curcunaya bazen ara vermek, hayata dair ne isteyip ne istemediği konusunda netleşmesini sağlıyor insanın.
Bu konuda özel bir çaba harcamasam da, Teos’ta geçirdiğim günlerde hep hayata dair bazı kararlarımı netleştirmiş veya zihnimin arka planına ittiğim çok da farkında olmadığım bazı konuları çözümlemiş olarak dönüyorum İstanbul’a.

Orada geçirdiğim günlerde Mushaboom Brand için de çekimler yapmaya fırsat buluyorum. (Yelpaze desenli kimono yine büyük bir hızla tükendi. Ancak henüz satışa koymadığım şu aşağıdaki yeşil-pembe kimono veya iki yandan yırtmaçlı pembe kaftan için sipariş vermek isterseniz bana Mushaboom8 instagram hesabından mesaj atarak ulaşabilirsiniz.)


Bu sırada Mubi’den iki tane de film izledim. İkisini de ayrı ayrı çok sevdim. En başından sonunu tamamen kestirebildiğiniz yapımlardan sıkıldıysanız, bu iki filmi şiddetle tavsiye ederim.
Dünyanın En Kötü İnsanı: Aslında “Oslo Üçlemesi” adlı bir serinin son filmiymiş bu film, ben diğerlerini izlemeden bunu izledim, o kadar sevdim ki – diğerlerini de en kısa zamanda izlemeyi planlıyorum. Kendi arayışları içinde olan, ne istediğini tam olarak bilmeyen Julie’nin ilişkilerini anlatan bu film o kadar gerçekçi ki… İlişki yaşamanın bizi gerçekten kendimiz olmaktan çıkardığı ve potansiyelimizi kısıtladığı kaygısı, aynı ilişkiyi yaşarken farklı yöne giden aşıklar, ilk başta her hareketi heyecanlandıran kişilere karşı duyulan tahammülsüzlükler, bazen bırakıp gittiğimiz kişilerin sonradan sığınmaya en çok ihtiyaç duyduklarımıza dönüşmesi…. Sonuçta hepimiz kendi arayışlarımızın peşinden koşarken, birilerinin hayatındaki “kötü insan” oluyoruz.
Les Olympiades: Bir ev arkadaşı almak, bir gece dışarı çıkarken sarı peruk takmak gibi bazı ufak tefek şeylerin insanın hayatını ne kadar değiştirebileceğini, tuhaf yaraları ve özgüvensizlikleri olan ve duygularını paylaşmak yerine tuhaf tepkiler vererek iletişim kuran dört kişinin aşk, arkadaşlık ve seks partnerliği arasında kaygan geçişleri olan ilişkileri üzerinden anlatan bir film bu. Filmin konusundan ziyade ben her biri fotoğraf karesi güzelliğinde olan siyah beyaz çekimlerine bayıldım, tam bir görsel şölen.
Hayatınız ve duygularınız hakkında düşünerek, rastgele yaşayıp geçmeyerek kalın!
“Sihirli Mitolojik Topraklar ve Dünyanın En Kötü İnsanı” üzerine bir yorum