Çok tuhaf, çok uzun, çoook güzel bir “fırst date” ve dans dans dans

Bu yazıyı okumanıza eşlik etmesini istediğim birkaç şarkı linkini buraya bırakarak başlıyorum: Waste Tomorrow / There is Still Pain Left / Howling / Confusion

Uzun zamandır hafta sonlarımı İstanbul’da geçirmediğim için özlediğim mekanlar ve özlediğim arkadaşlarımla kavuşmak için o cuma akşamı üzerime bir şort, bir crop, bir beyaz gömlek geçirip evden çıkıyorum. Birkaç saat sonra eve döneceğimi düşündüğümden doğru düzgün çanta bile almıyorum yanıma, içine yalnızca kredi kartım ve kırmızı rujumun sığdığı bileğe takılan minik bir cüzdan ile kendimi sokaklara vuruyorum. Bir de Youtube’dan görüp denediğim saç cilası yüzünden yeşile dönmüş saçlarım bana eşlik ediyor.

İki kız arkadaşımla Blok Maçka‘da buluşuyoruz. Ardından mahallemizde sevdiğimiz mekanlara göz atıyoruz ama hepsi çok kalabalık, bize rahat rahat sohbet edecek ortamı sunmayacakları için Teşvikiye mekanlarının hafta içi günlerde daha güzel olduğu konusunda hemfikir olarak, Kozmonot Bomonti‘ye geçiyoruz. Bomonti’deki Kozmonot oldukça geniş alanıyla her zamanki gibi bize istediğimiz ferahlığı sağlıyor.

Kızların ikisinin de ertesi sabah erken uyanması lazımmış, o yüzden oldukça erken bir saatte tüyeceklerini açıklıyorlar. Ben cuma havasına girmişim, o kadar erkenden eve dönmeye çok niyetli değilim. Tam o sırada, Rio’dan şehrimize yeni ayak basmış bir İngiliz mesaj atıyor, onunla bu hafta bir gün görüşmeye karar vermiştik. Buluşmamızın adını “date” koymamıştık tabii ki, bir akşam yemek yiyip sohbet etmekti niyetimiz, ama bir kadınla bir erkeğin bu tip buluşmaları malum her zaman biraz date kokulu olur.

Hemen Kozmonot Bomonti’nin arkasındaki Wu‘nun konumunu paylaşıyorum. “Bir turist için hem semt olarak Bomonti lokal keşifli başlangıç olur, hem de o gece Murathan Özbek ile Can Balta çalıyor sohbetimiz akmazsa dans ederiz.” diye düşünüyorum. O da hemen kabul ediyor, böylece kızlar gittikten sonra ben Wu’ya geçiyorum, sevdiğim acılı kokteylden bir tane söylüyorum, benimkini beklemeye başlıyorum. Az sonra o, uber bulmakta sorun yaşadığını, Cihangir’de Journey’de oturduğunu söyleyerek benim oraya gelip gelemeyeceğimi soruyor.

Kendiliğinden kolayca akmayan hiç bir şeyi zorlamayı sevmem, ayrıca telefonumun şarjı da aşırı az. Yine de cuma gecesi Taksim’e doğru yol alma fikri güzel, çünkü gecenin sonunda bağlanabileceğim her mekan orada. Böylelikle bir taksiye atlayıp Taksim’e çıkıyorum.

Ve olabilecek en saçma şeylerden biri yaşanıyor; tam o sırada o da Bomonti’ye geldiğini söyleyen bir mesaj atıyor. İkimiz yer değiştirmiş oluyoruz.

Bu sırada artık özüme dönerek, tam bana yakışır bir tepki veriyorum: “Amaaan cuma cuma bununla uğraşamam.” Uzun zamandır görüşemediğim ve her buluştuğumuzda çok eğlendiğim Begüm’ü arıyorum ve yarım saat sonra Klein Garten‘da buluşuyoruz. Açıldığından beri çok sevdiğim bir dekorasyonu ve ortamı var Klein Garten’ın ve şansımıza o gece çalan DJ de harika. Kendimize mekanda harika bir nokta bulup, margaritalarımızı tokuşturarak biraz dans ediyoruz, biraz sohbet ediyoruz.

O sırada İngiliz, Bomonti’de bir taksi savaşı daha tamamlamış, nerede olduğumu soruyor. Klein Garten diyip geçiyorum, sonra da zaten telefonumun şarjı bitiyor. Eğlenirken, iletişim kurmayı unutanlardanım malum. Biz çılgınlarca dans ederken, o Klein Garten’a gelmiş, beni aramış, benim telefonum kapalı olduğu için bana ulaşamamış, “Hiç bu kadar zor olacağını düşünmemiştim. Kesinlikle aklımdaki first date bu değildi.” diye bir mesaj atmış. Ben bütün bunlardan habersizce, mükemmel bir after party’de dans ederek gece yarısını deviriyorum.

Ardından kapanış noktası klasiği olarak soluğu Corridor‘da alıyoruz. Alt katını yenilemişler, kendi barı olan, perdeyle dışa kapanan müthiş bir özel parti ortamı olmuş. Hemen oraya yerleşiyoruz, perdeleri kapatıp deli gibi dans etmeye başlıyoruz. Hatta bir noktada mekanın sahiplerine bile “Burası özel biletli giriş alanı, malesef sizi kabul edemeyiz.” diye takılıyorum.

Bu sırada da telefonumu şarja takıyorum, benim meşhur date’imin Klein Garten’a gelip geri döndüğünden üç saat sonra haberdar oluyorum, yeni konumumuzu atıyorum. O evde yatıyormuş, ama oldukça takdir ettiğim bir şekilde gecenin 4:00’ünde asla üşenmiyor kalkıp geliyor yanımıza.

Böylelikle makul bir saatte bir yerlerde bir şeyler yiyip içerek sohbet etmek şeklinde olması planlanan buluşma, gece yarısından saatler sonra bir barda tekila ve viski shot atmak şeklinde gerçekleşiyor. Üstelik baş başa olmaktan da çok uzağız, oldukça kalabalık bir ekibiz. O yüzden konsept de asla date konsepti değil, parti arkadaşları olarak başlıyoruz. Oradan sonra Begüm’ün bir arkadaşının Taksim’deki evine geçiyoruz.

Ertesi sabah gözümü açıyorum, şahane yüksek tavanlı bir Beyoğlu evindeyim. Üzerimde gömleğimle uyuduğum için oldukça kırışmış. Ayak ucuma sıkışmış aşırı saçma bir pozisyonda da benim flörtüm olması planlanırken parti arkadaşım haline gelen İngiliz uyuyor. Kahkahalar atarak uyanıyorum, beş dakika içinde Begüm, İngiliz ve ben pılımızı pırtımızı toplayıp kendimizi bir kahveciye atıyoruz. Üçümüz sabah kahvemizi içerken canımız patates kızartması ve bira çekiyor. Böylece Beyoğlu’ndaki Divan Brasserie‘ye oturuyoruz. Biralar kokteyllere bağlanıyor, sohbetimiz oldukça keyifli akıyor ve biz bütün günü orada geçiriyoruz.

Benim mükemmel festival ekibimle o gün akşamüstü Neon Festival‘e gitme planı yapmıştık. Saate baktığımda, eve gidip üzerimi değiştirecek zamanım olmadığını fark ediyorum. Begüm ile İngiliz’e de “Hadi siz de gelin.” diyorum ve biz böylece yedi kişilik şahane bir ekip olarak festivale gidiyoruz. Ateş danslarını izlemek keyifli, sahnenin ışıklandırmaları da güzel. Müzik tam olarak bizim en sevdiğimiz tarzda değil, ama yine de bize istediğimiz festival ortamını sunuyor. Festival bitene kadar önce sahnenin en önünde sonra arkadaki çim alanda saatlerce dans ediyoruz ve çok eğleniyoruz.

İngiliz’in iki yanını aşırı çok seviyorum. Bunlardan biri inanılmaz uyumlu olması. Asla nereye gidiyoruz, ne çalıyor gibi sorgulamalara girmiyor, nereye gidiyorsak eşlik ediyor. Ayrıca bizim ekip de dahil olmak üzere, soktuğumuz her ortamdaki kişilerle rahatça birebir sohbet ve dans ediyor, hiç yabani takılmıyor ve kendisine özel bir turist ilgisi göstermemiz gerekmiyor.

Bir yandan çok sevdiğim arkadaşlarımla onlarla başbaşa olsam nasıl eğleneceksem öyle eğlenirken, bir yandan da onun da orada olması çok hoşuma gidiyor. Bir terazi burcu olarak, bana kesintisiz ilgi gösterirken, aynı zamanda alan açan insanlara karşı özel bir zaafım olduğu net zaten.

Festival bittikten sonra, kalabalığın gitmesini beklerken, çimlerde oturduğumuzda, birisi bizim ne zamandır tanıştığımızı soruyor. Kahkahalarla gülüyoruz. “Aslında bu bir first date!” diyoruz. “Yaklaşık yirmi dört saat önce buluştuk o andan beri hiç eve gitmedik ve sürekli birlikte partiliyoruz.”

Buluşmayı başaramayıp aksi yönde semt değiştirdiğimiz saatler ve buluştuktan sonras birlikte partileyerek geçirdiğimiz ve asla klasik bir date etkinliği yapmadığımız tam bir tam günden sonra, bu kesinlikle ikimiz için unutulmayacak kadar iyi bir hikaye. Daha o an bile!

Festivalden çıkışta arabaya atlıyor ve Sumahan‘ın yolunu tutuyoruz. En sevdiğimiz elektronik parçaların bangır bangır çaldığı, yolda tuvalete gitmek için durduğumuz yerlerden bira alarak arabaya geri döndüğümüz, arabanın içinde ayağa kalkıp dans ettiğimiz, trafik olmasından asla yakınmadığımız müthiş keyifli yol sonrası Sumahan’a varıyoruz. Sumahan son dönemlerdeki favorileri gece istikametim, çünkü gerçekten güzel müzik çalıyor. Saatlerce dans ediyoruz, çok eğleniyoruz.

Bir noktada bizim ekip eve gitmeye karar veriyor, kalabalık psikolojisiyle hep birlikte mekandan çıkıyoruz, birkaçımız taksiye biniyor. Tam o anda biz üç kişi aslında henüz eve gitmek istemediğimizi fark edip gerisin geriye geri dönüp dans etmeye devam ediyoruz.

Pazar sabahı güneş doğduktan bir kaç saat sonra, geride kalan 36 saati hiç ayrılmadan birlikte partileyerek geçirdiğim date’imle elimizde bira şişelerimiz Cihangir sokaklarında yürüyoruz. Telefondan bir müzik açıyor, ikimizin kulağının arasına yerleştiriyor, gülümseyerek birbirimize bakıyor, el ele tutuşuyor ve herkesin inanılmaz taze görünerek kahvaltı etmek için oturduğu masaların arasından, üzerimizde üçüncü gününü tamamlayan kıyafetlerimizle geçiyoruz. Leş gibiyiz, ama yüzümüzde dev birer gülümseme, gözlerimiz parıl parıl ve ışık saçıyoruz.

Sonra her şey büyük bir doğallıkla akıyor, biz ellerimizi ve gözlerimizi birbirimizden hiç ayırmadan her şeyi birlikte yapmaya devam ediyoruz. Düpedüz mutluyuz, bu kadar mutlu olmaktan da şaşkınız. Bazı mükemmel anları ve duyguları paylaşıyoruz. Duruyoruz böyle anlarda, ne yapıyorsak bırakıyor, yalnızca gülümseyerek birbirimize bakıyoruz, her zaman hissedemediğimiz bu duyguların sonuna kadar keyfini sürmek istiyoruz. O anlarda onun parıldayan mavi gözlerine bakarak “Çok tuhaf değil mi?” diyorum, o bana sarılırken “Tuhaf değil, inanılmaz güzel.” diyor.

Onun İstanbul’daki günlerinin sonuna geldiğimizde, bütün hikayenin başladığı, onun benimle buluşmak için taksi bulamadığı Journey’e gidiyoruz. Orada bir yandan oldukça derin sohbetler edip, bir yandan da flörtleşirken, bir şeyi fark ediyorum: Bugüne kadar yaşadığım uzun ilişkilerde bile, erkek arkadaşlarımın benim yakın arkadaşlarımla tanışması, hayata bakışlarımız ve ailelerimiz hakkında derin sohbetler yapmamız, birbirimizin uykusuz mahvolmuş hallerine şahit olmamız, birlikte ardı ardına birkaç günü hiç ayrılmadan devirip birbirimize tahammül seviyemizi görmemiz filan en az dört beş ay sürmüştü.

Bu date’imde ise tuhaf bir şekilde bunların hepsi kompakt olarak birkaç günde kendiliğinden yaşandı. O yüzden yeni tanıştığım birinden ziyade, çok uzun zamandır görüştüğüm biriyle oturuyormuş gibi hissediyorum. Ben onun kelimeleri yuta yuta İngiliz aksanıyla mırıldanırca bir şey söylediğinde anlamak için çaba harcamam gerekmediğini, zaten önemli bir şey söylerken kelimeleri yarıda kesmeden kullandığını biliyorum; o benim yüzümdeki en ufak bir mimikten hoşuma gitmeyen bir şey olduğunu anında anlıyor, aramızda bize özel şakalaşmalar var, ben onun sevdiği şeylerden bile bahsederken kaşlarını çatmasına tutuluyorum, o benim güneş gözlüklerimi hiç çıkarmayıp gözlerimi gizlememe… Ben ona sormadan ikimize birden zencefil shot söylüyorum, o benim su içmeyi hep unuttuğumu hatırlatıyor. Dağıldığım saatlerde akan göz makyajıma veya deliren saçlarıma birlikte dalga geçip gülüyoruz, sonra beni kucağına alıp, “Siktir et, bu halinle bile sana bayılıyorum.” diyor.

O gün oradan kalkarken ben tam bir vedalaşma konuşmasına girmek üzereyken dönüyor, “Bu hafta içi bana zaman ayırabilir misin?” diye soruyor. Şaşkınlıkla ve mutlulukla soruyorum: “Sen gitmiyor muydun?” Gitmiyor. O gün büstiyerim ruj lekeli, gömleğim çimen lekeli, saçlarım asla şekle girmeyecek biçimde dolanmış ve uykusuz olarak eve kadar yürüyorum. Sonra misler gibi olup, süslenip yeniden onunla buluşuyorum.

O hafta boyunca güzel akşam yemeklerine de gidiyoruz, güzel manzaralara karşı sarmaş dolaş dans ediyoruz, sokaklarda kikirdeyerek yürüyoruz, evde ben ona aya benzer dansı yapmayı öğretiyorum, o bana seyahatlerinde keşfettiği uzakların sakin müziklerini açıyor, o Amerika saati ile toplantılar yaparken ben onu izliyorum, o uyurken ben çalışıyorum, minik siyah elbiseler giyip karşısına dikildiğimde toplantılardan hızlıca tüyüyor, ben kızlarla dışarı çıktığımda o çalışmayı abartınca gecenin sonunda elimde bira ile kapısına dayanıp, onu da alıp dışarı çıkartıyorum…

Ve sonra İstanbul’dan gerçekten ayrılması gereken gün gelip çatıyor ve gidiyor. Egolar, -mış gibi yapmalar olmadan gerçekten samimiyetle bütün duyguların açıklandığı, iki tarafın da birbirine gürül gürül aktığı, hiç bir stratejik plan yapmadan her şeyin kendiliğinden aktığı bir şeyler yaşamanın hala mümkün olduğunu bana gösterdiği için ona içtenlikle teşekkür ediyorum. Kendimi hiç hüzünlü hissetmiyorum, aksine “Herhalde kaybettim onları artık.” dediğim bazı hislerimin yerli yerinde olduğunu keşfetmiş olmaktan, “Sorun bende değil, karşımdaki adamlardaymış.”ı fark etmekten keyifliyim. Ona aşırı seksi ve eğlenceli bulduğu bir İstanbul hatırası hediyesi veriyorum, kendi hayatıma geri dönüyorum.

O gün akşamüstü de ben İzmir’e uçmak için havalimanına doğru yolda giderken, kulağımda çok sevdiğim bir şarkı varken, gelen mesaj sesi şarkımı bölüyor. İşle ilgili bir şey geldiğini düşünerek telefonu elime alıyorum.

“Minik cep boyu yaramaz güzellik, uçaktan şimdi indim. Biliyorum seni özleyeceğim. Yakın zamanda bir yerlerde buluşmaya ne dersin?”

Havalimanı yolu, güneş, yoldaki arabalar ve her şey gözüme daha güzel görünüyor.

Çok tuhaf, çok uzun, çoook güzel bir “fırst date” ve dans dans dans” üzerine 4 yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s