Bazı kalıplardan kaçarken başkalarına takılmalar, panikler, heyecanlar ve yükselmeler.

İşteyken koca bir günün nasıl geçtiğini kesinlikle anlamıyorum. Sürekli çalan telefonum ile kullandığım dijital sisteme büyük bir hızla düşen sözleşme talepleri dışında herhangi başka bir şeyi de düşünmeye hiç fırsatım olmuyor. Çalışmanın tam da bu yüzden bir nevi uyuşturucu olduğunu düşünüyorum ben, özel hayatımdaki konulardan uzaklaşmaya ihtiyaç duyduğumda, bunu iş kadar keskin bir şekilde sağlayan ikinci bir formül bilmiyorum.

Kimileri böyle zamanlarda pek çalışamıyor, zihnindeki düşüncelerden çıkıp işe odaklanamıyor biliyorum, ama ben bunun tam aksiyim.

O yüzden çok olağan bir iş günü geçirip eve doğru yol almaya başlayana kadar o günün sıra dışı bir yanı olduğunu neredeyse unutuyorum. Benimki geliyor! Onu bir aydır görmedim.

Her zaman çok tatlı ve istikrarlı bir biçimde iletişimi sürdürdü benimle; hayatı hakkında çok detaylı güncellemeler yaptı, benim yaptığım pek çok şeyle yakından ilgilendi aramızdaki binlerce kilometreye rağmen. Benim aklım sağa sola kayarken, kafam sıkça karışırken, aniden yüzüme kocaman gülümsemeler yerleştiren mesajlar attı, birlikte yeniden vakit geçirmenin hayalini kurdurttu.

Ve o gün kapattığı evindeki bütün eşyaları bir valize doldurmuş olarak, ne kadar kalacağı meçhul bir biçimde İstanbul’a geliyor. Bu bende birbirine tezat iki duyguyu birden tetikliyor. Bir yandan müthiş mutlu ve müthiş heyecanlıyım; diğer yandan çok uzun zamandır kimseyle aynı evde yaşamadığım için bundan boğulur muyum diye peşinen ve ortada herhangi bir sorun yokken stres altında hissediyorum kendimi, paniğe kapılıyorum. Kendi kendime düzenli olarak hatırlatmam gerekiyor: “Ön yargılı olma, dene bak bakalım nasıl akacak?”

O bana doğru yol alırken, ben de şirketten eve doğru geçerken, aynadan kendimi biraz eleştiren gözlerle süzüyorum. Uykusuzum, göz altlarım şiş… Önce paniğe kapılıyorum, aklımızdaki tuhaf bir koşullanma nedeniyle, hayatımdaki adama hep “paketi yeni açılmış” kıvamında tazecik görünmek zorundaymış gibi hissediyorum. Sonra gülüyorum bu paniğime, o beni üç gün boyunca hiç duş almamış halimle de, sarhoş halimle de, sızmış halimle de gördü. Yalnızca en ışıl ışıl anlarıma eşlik etmiş bir adam değil, nasıl göründüğüm hakkında endişelenmeme gerek yok ve bunun rahatlığına bayılıyorum.

Eve gidiyorum, hızlı bir duş aldıktan sonra üzerime rahat bir şeyler geçiriyorum. Aç geleceğini bildiğim için ona fesleğen soslu tahıllı şipşak bir salata hazırlıyorum. Az sonra karşımda oturuyor, “İnanılmaz lezzetli olmuş bu.” diye diye salatasını yiyor.

Daha önce pek çok Türk adamın önüne böyle bir yiyecek koyduğumda “Sen buna yemek mi diyorsun?”, “Yanında ne var?” gibi sorulara defalarca maruz kalmış ve bir daha bir adama yiyecek bir şeyler hazırlamaya tövbeler etmiş biri olarak, bana bakan mavi gözlere bakıyorum, gülümsüyorum, bira bardağımı onunkine tokuşturuyorum. Mutlulukla…

Ben her zamanki gibi birbirinden alakasız herkesi aynı plana topladığım için ve onlar bizi bekledikleri için yemek biter bitmez “Hadi hadi!” diyorum ona. Türkçe olarak öğrendiği ilk kelime “Hadi!” oluyor. Çünkü ilerleyen günlerde de ona sürekli olarak, hadi ile başlayan cümleler kuruyorum.

Sarmaş dolaş Teşvikiye’den Bomonti’ye doğru yürürken, geride kalan ve hiç görüşmediğimiz sürede hayatımızda olup bitenlerden, keşfettiklerimizden bahsediyoruz birbirimize. Bomonti Bira Fabrikası’na giriyor, Monochorme‘a oturuyoruz.

Yarım saat sonra masada kadehlerini tokuşturup yemeklerini paylaşan ekip inanılmaz absürt. Benim karşımda benim daha önce avukatlığını yaptığım ve birlikte pek çok krizle uğraştığımız bir genel müdür oturuyor. Onun karşısında da benim aslında fakülteden dönem arkadaşım olan ve yıllarca aynı kampüste okumuş olmamıza rağmen okulda değil Asmalımescit’te bir barda tanıştığım ve çok sevdiğim bir kız arkadaşım. Benimkiyle ilk buluşmamızın birebir şahidi…

Sohbet akıyor, bazen Türkçe’ye bazen İngilizce’ye dönüyoruz. Sonra vücutlarımızın oturduğumuz yerde müziğin ritmine uygun salınmaya başladığını fark ediyoruz. “Wu mu Klein mı?” sorusunun saati geliyor.

Bir taksiye atlıyoruz. Taksiciden İbo Dua Lipa remixini çalmasını istiyorum. “Ekstradan 60TL alırım.” diye takılıyor. “O kadar eğleneceksin ki bizden para almayacaksın.” diyorum. Dom dom kurşunu değdi muuuah şeklinde dans ederek Klein Garten’ın önünde iniyoruz. Taksici hakkımızı teslim ediyor, uzun zamandır bu arabaya bu kadar mutlu ve bu kadar çok eğlenen kimse binmemişti, diyor.

Klein Garten‘a hafta içi günlerde bayılıyorum. Aşırı kalabalık olmuyor, daha güzel bir kitleyi ağırlıyor. Şansımıza o gün çalan DJ’ler çok iyi, margaritalar çok lezzetli. Arka tarafımızda istediği bir şey olmadığında ayağındaki topuklu ayakkabıyı çıkartıp atan bir kız var – ona çok gülüyoruz. Kosta Rika’dan gelmiş. Bir çarşamba gecesi için iddialı sayılabilecek kadar çok eğlendiğimiz bir gece geçiriyoruz.

Benimkiyle bir ay önce benim şarjım bittiği için buluşamadığımız mekanda olmak mı daha matrak yoksa beni hep toplantılarda ve ciddi ciddi çalışırken görmüş birinin önünde dans edip öpüşmek mi bilmiyorum. Buluştuğumuz ilk gün, yine enteresan bir gece geçiriyor olmamızı çok seviyorum. Çok gülüyorum, çok eğleniyorum, çok dans ediyorum.

Ertesi gün erkenden uyanıyorum, sabah kahvemi içerken maillerimi temizliyorum. Benimki uyandığında önüne bir simidin arasına konulmuş peynir bırakıyorum. Bunun için “Ohh çok teşekkürler, leziz görünüyor!” coşkusu gösteriyor – yabancı adamları yemek konusunda mutlu etmenin kolaylığına her gün biraz daha yükseliyorum.

Sonra o günkü toplantıma gitmek için beyaz gömleğimi, eteğimi, topuklu ayakkabılarımı giyiyorum, birlikte evden çıkıyoruz. Beni toplantıya götürmek için almaya gelen havalı siyah arabayı işaret ediyorum, “Beni almaya geldiler, bu noktada ayrılmamız lazım.” Onu hızlıca öpüp, ayağımdaki topuklu ayakkabılarla ve seri adımlarla aramızdaki mesafeyi açıp arabaya biniyorum. Birlikte çılgın gibi partilediği ve herkese “tam bir parti kızı” diye bahsettiği kadının yepyeni bir tarafını görüyor o an. Bana nereye gidebileceğine ilişkin çeşitli sorular soran mesajlarını ne yazık ki toplantıdayken kesinlikle görmüyorum; ama o neyse ki başının çaresine bakıyor, Teşvikiye’de kendine göre bir cafe buluyor.

Akşamüstü tekrar buluşuyoruz evde, yorgunluktan bayılmak üzereyim. O toplantıdayken “Ben biraz uyumak istiyorum, çok yorgunum, uyanmazsam beni bir saat kadar sonra uyandırır mısın?” diye soruyorum. Sonra duştan çıkmış, mis gibi kokan bir adam tarafında öpülerek uyandırılmaya bayılıyorum. “Birisiyle aynı evde yaşamak belki de o kadar kötü bir fikir değil.” diye düşünüyorum içimden, “Bu kesinlikle alarmdan daha güzel bir uyandırılma şekli” diyorum ona sarılırken. Birbirine dolanmış kol ve bacaklarımıza baktığımızda, onun bembeyaz ve çilli teniyle, benim inanılmaz bronz tenimin sarıldığındaki görüntüsüne gülüyoruz.

Akşam benim halletmem gereken bir kaç iş var, ertesi gün bütün gün toplantıda olacağım. “Tamam, ben de bilgisayarımı alayım, bir yerlere gidip çalışalım.” diyor. Zihnimin içinde Mario zıplıyor ve puan üzerine puan topluyor o an.

Çok uzun süredir, biçimsiz saatlerde çalışmak zorunda olmam, işimin yoğunluğu, son dakika gündemime düşen acil işler, önceden net bir plana sahip olmamam, erkeklerle olan ilişkimdeki en büyük çıkmaz nokta. Karşımdaki adam akşam için güzel bir plan yaptığında ve ben çalışmak zorunda olduğumda asılan suratlar, pasif agresif tavırlar ve hatta “ya ben ya işin”e giden yersiz ve manasız tartışmalar sonucunda “Benim hayatım şu anda bir ilişki yaşamaya müsait değil.” diye düşünmeye başlamıştım. Çünkü iki gün sonramı bile net biçimde öngöremezken, çoğu zaman akşamları da çalışmam gerekirken, bu yoğun tempoma ek olarak bir adamdan sürekli trip yemek enerjimi emiyordu.

O akşam, Türk yemeği yemek istediği için önce Akaretler’deki iskenderciye oturuyoruz. Ve iskendere gerçekten aşık oluyor. Sonraki günlerde bile iskenderden bahsederken, yüzünde öyle bir gülümseme oluyor ki neredeyse iskenderi kıskanmaya başlıyorum. 🙂

Sonra da Feriye Sea Salt‘a gittiğimizde keşfedip aklımın bir kenarına kazıdığım hemen yanındaki kokteyl barı KULT‘e gidiyoruz. Boğazın dibindeki şezlonglara uzanıp, bilgisayarlarımızı açıyoruz. Gerçekten birkaç saat tek başımızaymışız gibi büyük bir ciddiyetle çalışıyoruz. Sonra işlerimiz bitince, birbirimize dönüyoruz, ellerimiz bakışlarımız buluşuyor, kokteyllerimizi yudumlayarak tatlı tatlı sohbet ediyoruz. Aklımdaki bir çok kalıp o gece orada müthiş Boğaz manzarasına karşı yıkılıyor.

Kokteyllerimiz bitince, birbirimize sarılıp eve doğru uzun bir yürüyüş yapıyoruz ve valizlerimizi hazırlamaya başlıyoruz. Ertesi gün farklı saatlerdeki uçaklarla ve tek yön biletlerle Dalaman’a uçuyoruz. Net bir planımız olmadan, birbirimizden sıkıldığımızda veya bir işimiz çıktığında geri dönme hakkını birbirimize tanımış olarak. Çünkü ikimiz de benzer bir tereddüt taşıyoruz: İşimiz olmayan bir tatil zamanını paylaştığımızda çok eğleneceğimizden hiç şüphemiz yok, bunu denedik, biliyoruz. Ancak bu kez, çalışmamız gereken, olağan günlerimizi birbirimiz ile paylaşmayı deneyeceğiz. Birbirimizin işe odaklanmış, huysuz, sinirli halleri de dahil olmak üzere olağan bir gündeki 24 saatini paylaşacağız. Bu yüzden acil çıkış kapılarını birbirimize tanımak, bu riskli seyahate çıkmak konusunda ikimizin de içini rahatlatıyor.

O sabah çok erken bir uçakla gidiyor, ben evde tek başıma uyanıyorum. Ayrılış sahnemiz aynen bir önceki gibi. O sefer de o sabahın köründe beni uyurken bırakıp gitmişti ve bir ay boyunca görüşmemiştik. Bu sefer ise aynı günün sonunda buluşacağız.

Gün boyu bana otelimizden harika fotoğraflar yollayarak nispet yapıyor. Akşam üstü de “Seni özlüyorum, uçağın kaçta?” diye soruyor. “Çok geç ama bugün içinde. Aynen geçen seferki gibi ayrılmış olmamıza ama bu sefer aynı gün içinde buluşacak olmamıza bayılıyorum.” diyorum.

İnsanların birbirine ayrı alan açmasının ilişkiyi bozan değil, tam aksine güzelleştiren bir şey olduğuna içtenlikle inanıyorum.

Toplantımın sonunda güzel bir akşam yemeği daveti var – normal koşullarda beni heyecanlandıracak asla pas geçmeyeceğim türden- ama beni bekleyen daha iyi bir plan var. “Ben müsadenizi rica edebilir miyim?” diyerek, tuvalette üzerimi değiştiriyorum, havalimanının yolunu tutuyorum. Havalimanı, İstanbul – Dalaman uçuşu, Dalaman – Fethiye transferi boyunca o bölgeyi ve neler yapabileceğimizi araştırıyorum.

Sonunda günün son saatlerinde ulaşmam gereken noktaya vardığımda, elimde onun bilgisayarı, onun kolları arasında yatarak ve bir yandan öpülerek olası iki senaryoyu ona fotoğraflarla gösteriyorum. “İki gün Fethiye’de kaldıktan sonra Akyaka ve Bodrum istikametine doğru yol alabiliriz veya Kabak ve Kaş taraflarına yönümüzü çevirebiliriz.” En çok on dakika içinde kararımızı veriyoruz, dilediğimiz yerlerde durup konaklayarak Kaş’a doğru yol alalım diyoruz. Bu kadar kolay karar vermiş olmamıza bayılıyorum. Bilgisayarı bir kenara atıyor, birbirimize sarılıyoruz.

Her ayrıldığımızda bu kadar hızlı yeniden buluşamayacağımızı bilmek o an beni biraz üzüyor.

Bazı kalıplardan kaçarken başkalarına takılmalar, panikler, heyecanlar ve yükselmeler.” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s