Benimki İstanbul’dan gittikten sonra, ben de iş bilgisayarımı alıp Teos’a geçiyorum. İstanbul’daki evim yerine Teos’taki müthiş terasımda çalışmak, annemin lezzetli yemeklerini yiyerek, öğle molalarımda denize girerek uzun bir süre orada kalmak niyetiyle…

Bu yaz kendimi oraya gerçekten ait hissetmeye başladım; çünkü komşularımla kaynaştığım, aramızda espriler ve ritüeller geliştirdiğimiz bir yaz oldu. Benim bilgisayarımla en uçtaki şezlongta çalışmama onlar alıştı, işim biter bitmez biramı alıp, ağacın altında çay veya kahve içen ekibi de yoldan çıkartmam sebebiyle “kötü işler bakanı” şeklinde bir unvanım oldu, hemen çaprazımızda oturan süper tatlı çiftle akşamları minik toplanmalar yapmamız ritüel haline geldi, gün içinde çeşitli noktalarda kesişmekten biraz laflamaktan aşırı keyif aldığım bir çok samimi arkadaşım oldu.

Orada benden çok daha eskiden beri yaşayan çok sevdiğim bir adamın “Burası dünyanın son noktası gibi. Herkesin -alakasız herkesin- bile buraya yolu düşüyor.” cümlesini doğrular biçimde bu gidişimde hem eski ofisimden çok sevdiğim bir arkadaşım, hem de uzun yıllardır görmediğim Aegee Europe derneğinde aktif çalıştığımız üniversite senelerinden bir arkadaşım da oraya geldi, şahane keyifli günler geçirdik.

Kimseciklerin olmadığı saatlerde, Sally Rooney’in “Güzel Dünya, Neredesin?” romanını okudum. Daha önce dizisini izleyip çok sevdiğim Normal People da onun romanından uyarlanmıştı. Bu romanında da yine hiç bir karakteri kusursuz yapmamasını, bütün karakterlerin hem harika yönleri hem de dev zaafiyet ve yaraları olmasındaki samimiyeti yine çok sevdim.

Kitaptan çok sevdiğim bazı kısımlar karşınızda:
Yaşamlarımız her bakımdan farklı olsa da farklı farklı yollar seçerek aynı yere ulaşmışız gibi tuhaf bir his var içimde, o yüzden birbirimizde çok ortak şey görüyoruz. İncinmekten çok korkuyorum – acının kendisinden değil, acıyı kaldırırım, ama acı çekmenin, buna açık olmanın gururumu kırmasından korkuyorum.
Eskiden bizim yaşımızdaki insanlar evlenir, çocuk sahibi olur ve ilişki yaşarlarmış; bugünse otuz yaşlarında ve hala bekar insanlar olduk hepimiz. Eski birliktelik biçimleri yanlıştı ve bu hataları tekrarlamak istemiyorduk. Ama bizi hapseden duvarları yıktığımızda yerine ne koymayı planlıyorduk? O zorlama heteroseksüel tek eşliliği savunacak değilim ama en azından bir şeyler yapmanın, hayata göğüs germenin bir yoluydu. Şimdi elimizde ne var? Ne koyabildik yerine?
Şimdi bakınca güzellik sektörünün görsel dünyamızdaki çirkinliklerin en feci olanlarından, tüketim toplumunun da ülküsü olan en sahte estetik idealden sorumlu olduğunu düşünüyorum. Tüm o muhtelif akımların ve modaların ardında tek bir prensip var: Harcama prensibi.
Kötü de olsa bir düzeni devam ettirmek, kendini kurtarmanın sorumluluğunu almaktan daha kolay ve güvenliydi. Mutlu bir yaşamım olsun istediğimi, o mutluluğun şartlarının henüz oluşmadığını kendime söylüyorum. Ama ya öyle değilse? Ya mutlu olmamın önündeki engel kendimsem? Sebebi korkuyor olmam, kendime gönlümce acımayı tercih etmem, güzel şeyleri hak etmediğime inanmam olabilir.
Genç de sayılmazdı artık. Eileen için bu yıllar bir şekilde geçmişti; yerde oturup demonte kolilerini açarak, ağız dalaşına girerek, plastik bardaklardan ılık beyaz şarap içerek. Arkadaşlarının taşınmalarını, yaşamlarına devam etmelerini, New York’lara, Paris’lere gitmelerini seyretmiş, kendisiyse geride kalmış, aynı küçük ofiste çalışmaya devam etmiş, aynı adamla aynı dört konuyu tartışıp durmuştu.
Hepsi onu görmeye gelmişti. Hepsi bu sebepten evindeydi, başka da bir sebep yoktu; artık burada olduklarına göre ne yaptıkları ya da ne söyledikleri önemli değildi.
Sevgi dolu bir ifadeyle gülümsediler birbirlerine, bir şey demediler oysa sordukları şey aynıydı; düşündüğün kişi ben miyim, seviştiğimizde mutlu muydun, seni kırdım mı, beni seviyor musun, hep sevecek misin?