Henüz yaz gelmemişken, dışarıda dondurucu bir soğuk varken, hafta içi akşamları mba dersinden çıktıktan sonra, gece 22:00 civarında metrodan eve yürürken soğuk içime işliyordu.
Eve girer girmez, montumu üzerimden atıp, çantamı yere bırakıp, ilk iş olarak mis kokulu bir kahve demlemeyi adet haline getirmiştim. Kahvem demlenirken ve üzerimden kazağımı ve çoraplarımı çıkartıp, sabahlığımı giyerken de, o günlerde sevdiğim şarkı neyse onu bangır bangır açıyordum.
Bir dönem de Lara Di Lara’nın Buluşmuşuz Aslında şarkısına sarmıştım. Onun “Bak bana bugün beni tanımasan da. Sev bugün benim olmasan da…” diyen yumuşak sesi evi doldururken, hemen üzerimi değiştirip, Bozcaada Pavli Çiftliği’nde çekilen klibini izleyerek kahvemi yudumlamaya başlıyordum. Karavan, minik ışıklar, bira şişeleri ve o huzurlu ses beni çok mutlu ediyordu.
“Böyle bir yerde olmak istiyorum, böyle bir anı canlı deneyimlemek istiyorum. İzlemek bile bu kadar keyif veriyorsa, içinde olmaktan nasıl keyif alırım.” diye geçiriyordum içimden.
Tam o günlerde, instagram’da gezinirken, Bozcaada’da Caz Festivali yapılacağı haberi karşıma çıktığında gözlerime inanamadım. Üstelik de festival tam o izleyip durduğum klibin çekildiği yerde, Pavli Çiftliği’nde yapılacaktı.
O andan itibaren emindim, kesinlikle gidecektim bu festivale. Ama biletleri bile satışa çıkmamıştı ve planlama yapmak için henüz çok erkendi. İsviçre’deki festivale bile bir haftada gitmeye karar verip, kamp malzemelerimi alıp giden tez canlı bir insanım ne de olsa, Bozcaada dediğimiz burnumuzun dibiydi. Kapsamlı planlamaya gerek bile yoktu. (!!) Niyetli olmamız yeterliydi, gerisi çok kolaydı.(!!)
Aradan günler geçtikten sonra, bir pazar günü, kızlarla Sait Halim Paşa Yalısı’na brunch’a gittiğimizde, jazz dinlerken, bir anda aklıma düştü. Kızlara büyük bir heyecanla festivalden bahsettim, tam da tahmin ettiğim gibi hepsinin çok ilgisini çekti. Hemen ajandalarımıza temmuzun son haftasonunu işaretledik.
Hepimizin geçmişinde bir Bozcaada’ya giderken feribot bekleme tramvası yaşanmıştı. Zaten yalnızca iki gün gideceksek, arabayla gitmek için uzun bir yoldu Bozcaada. Bu yüzden Edremit’e cuma gündüz gidiş- pazar akşam dönüş uçak biletlerimizi aldık. “Gittiğimizde havalimanından da bir araba kiralarız. Hem Bozcaada’da altımızda araba olur, rahat hareket ederiz.” dedik.
Plan içimize sindi, festival haftasına kadar da başkaca bir şey düşünmedik. Festivale birkaç hafta kaldığında buluştuk, leziz bir şişe Bozcaada şarabı içerek, sushi partisi yaptık. Kadehlerimizi de Bozcaada haftasonumuza kaldırdık.
Gidişimize birkaç gün kala ise büyük bir karambolle karşılaştık. Edremit Havalimanı’nda otomatik vites araba yoktu / kalmamıştı. Uçak biletlerimizi de çok ucuza promosyonla almıştık, iade edemiyorduk. Edremit – Bozcaada arası tek yön transfer ücretleri de gerçekten pahalıydı, üstelik de Bozcaada’da arabamız olmayacağı anlamına geliyordu.
Bir anda grupta ortalık karıştı. “Uçak biletlerimizi yakıp, İstanbul’dan arabayla gidelim mi?” ile başlayıp, “Edremit’ten helikopterle Bozcaada’ya transfer”e kadar geniş kapsamlı bir tartışma başladı. Tartışma hararetlendi. Çözüm bulunamadı.
Perşembe gecesi, “Gidiyor muyuz şimdi biz yarın?” diye soruyorduk hepimiz birbirimize.
Elimizdeki tek çözüm şuydu: Careem ile Sabiha Gökçen’e gitmek, sonra uçakla Edremit’e, sonra Edremit’ten transfer ile Geyikli’ye, sonra Geyikli’den feribotla Bozcaada’ya…
“Binmediğimiz bir ulaşım aracı kalıyor mu?” diye isyan edene, cevap hemen geldi: “Bisiklet.”
Ertesi gün sabah, elimizde Starbucks kahvelerimiz ile Mercedes Vitomuza kurulup, seyahatimize başladığımızda kahkahalar atıyorduk.
“Uçakla gidelim fikri kimden çıktı?” isyanında da oklar elbette ki bana dönüyordu. Uçakla gidip, güya yolu kısaltma fikrinin sahibi de tabii ki bendim. 🙂
Herkes bana takılıyordu, “Bu güne kadar hep nasıl gidilir, nereleri gezmelisiniz, en ucuz, en iyi bıdı bıdı tavsiyeler verdin. Şimdi “Bozcaada’ya en uzun, en pahalı, en yorucu nasıl gidilir”i mi anlatacaksın.” diye. 🙂
Seyahatte bindiğimiz her aracın önünde, bir hatıra fotoğrafı çektirdik. Kendimizle dalga geçerek ve kahkahalar atarak…
Bozcaada’ya gitmek için evden çıktığımda saat 08:30’du, Bozcaada’ya ulaştığımızda 18:00! Yani yol hiç de kısalmadı. Hatta İstanbul’dan araba kiralayıp gitsek ödeyeceğimizin üç katına yakın da para harcadık.
Ayrıca Bozcaada’ya gitmeyi düşünenlere güzel bir havadis vereyim: O sonsuz feribot kuyrukları bu yıl itibarıyla bitmiş. Online olarak biletinizi alıp, rezervasyon yaptırdığınızda sıra filan beklemiyorsunuz artık.
Sonunda Bozcaada’ya ayak bastık ve hiç otele filan uğramadan direk Polente’ye oturup, birer soğuk bira siparişi verdik.
Bizden bir kaç gün önce, çok daha mantıklı bir davranarak arabayla Bozcaada’ya gelen arkadaşlarımızla buluştuğumuzda, kahkahalarla Bozcaada’ya ulaşma maceramızı anlatmaya başladık. Hayretle sordular, “Bir de uçak biletiniz Sabiha Gökçen’den miydi?” diye. Biz yine kahkahalar attık.
Soğuk biramdan bir yudum alırken, Fas’ta da Chefchauen ile Casablanca arasında yaptığımız korkunç otobüs yolculuğunu andım. Hayatımız boyunca unutmayacağımız maceralardan biri olmuştu. İçimizden bir kişi homurdansa, surat asmış olsa çekilmez hale gelebilirdi oysa ki… Bu Bozcaada maceramız en azından konforlu ve hijyen standartlarında gerçekleşmişti. Evet, yorucuydu, evet uzundu, evet pahalıydı. Ama diğer yandan, kendi aramızda aylarca güleceğimiz bir espri konusu olmuştu ve seyahat boyunca da çok eğlenmiştik.
“Önemli olan aslında ne aksilikler yaşadığın değil, o aksiliklerde ne tepki verdiğin.” diye düşündüm. “Eğlenebildiğin ve içinde bulunduğun durumla dalga geçebildiğin sürece, bütün aksilikler harika anılara dönüşüyor.”
Gülümseyerek sağıma soluma baktım, valizlerimiz yerlerdeydi, etrafım sevdiğim insanlarla çevriliydi, herkes keyifle sohbet ediyordu. Önümüzde macera dolu günler vardı. Şişemi uzattım, “Haftasonuna” dedim, büyük bir gürültüyle yedi şişe birbirine tokuştu.
O sırada kafamı kaldırdım. “Life is a cabarnet.” yazısını gördüm. Yüzümdeki gülümseme büyüdü. Hayatın mesajları belki de her yerdeydi.
“Bozcaada’ya en uzun, en pahalı, en yorucu nasıl gidilir?” üzerine bir yorum