Tivat’ta geçirdiğimiz günlerden sonra, kaldığımız “çiftler için kaçamak” isimli şahane evin sahibinin enerjisine kapılıp, Budva’ya ayak bastığımız gibi üzerimizden Nikki Beach’in tuzunu ve yanlışlıkla üzerimize döktüğümüz kokteyl yudumlarını temizleyip kendimizi sokaklara bırakıyoruz. İstikametimiz Old Town. Kalenin kapılarından içeriye girdiğimiz anda, müthiş bir hareket, kalabalık ve curcuna ile karşılaşıyor ve ilk beğendiğimiz rastgele bara oturuyoruz.
Tivat ile aralarındaki mesafenin kısalığına rağmen, iki şehrin atmosferi de kitlesi de birbirinden çok farklı. Tivat’taki jilet gibi Vogue’dan fırlamış gibi görünen insanlar ile kıyaslayınca burada herkes daha rahat, daha özensiz. Mekanlar ve sokaklar çok daha kalabalık. Herkes avaz avaz şarkılara eşlik ediyor, yüksek sesle konuşuyor. Tivat daha ışıltılı, Budva daha gösterişsiz ama curcunalı.
Gözlemlerimizi yaparak birkaç kokteyl devirdikten sonra çok beğendiğimiz bir avlunun içindeki bara geçiyoruz. Şansımıza sahipleri de Türk çıkıyor, kokteyllerimizi içerken onların buraya göçme macerasını dinleyip, şirket kurup vatandaşlık almak şeklindeki çok popüler eğilime ilişkin merak ettiğimiz her şeyi soruyoruz.

Geceyi çok uzatmıyor, sabah yine erkenden soluğu Old Town’daki en popüler mekan olan Hemingway‘de alıyoruz. Oldukça lezzetli bir kahvaltı ettikten sonra, bir önceki gün Nikki Beach’te takılanlar biz değilmişiz gibi, bir belediye otobüsüne binip, Stevi Nikola Adası‘na gidiyoruz. Kendimizle inanılmaz dalga geçip gülerek… Bir önceki gün locamızda yatarken, leziz ötesi kokteyller deviriyorduk; bugün arkamızda oturan teyzenin şemsiyesi belediye otobüsünde kafamıza giriyor. 🙂

Gerçekten muhteşem bir görüntü sunuyor bu karaya bağlı Stevi Nikola Adası. Üzerindeki lüks otel Covid döneminde kapanmış, daha da açılmamış. Bunun bir etkisi olarak civardaki çoğu restoran da kepenkleri indirmiş. Deniz çok güzel, sahilde oturup ada manzarasını izlemek de çok keyifli; diğer yandan burası hiç bir işletmesi olmayan bir halk plajı. Canımız bira istiyor, karnımız acıkıyor, gölgeye ihtiyaç duyuyoruz. “Hadi bir yan koya bakalım.” diye diye bir sürü koy yürüyoruz.

Müthiş güzel ve gösterişli binaların tamamı boş. Ortalıkta da hiç bir restoran veya mekan yok. En son girdiğimiz bir parkta çıkışı da bulamıyor, doğanın içinde “Lütfeeeen bizeee bir biraaaa.” diye şakalaşa şakalaşa oldukça uzun bir süre yürüyoruz.

En sonunda Hotel Majestic isimli bir otele ulaşıyoruz. Otel misafirleri dışında dışarıdan birilerini kabul edip etmediklerini bilmediğimizden, üzerimizde bikinilerimiz tam odasından çıkıp aşağı henüz inmiş otel müşterisi gibi davranmaya karar veriyoruz. Önce terasında oturuyor, Niksicko’larımızı söylüyoruz, oda numaramızı sorduklarında şimdi ödemeyi tercih edeceğimizi belirtiyoruz. Sonra da kumsala inip, beğendiğimiz şezlonglara yerleşip atıştımalık yiyecek bir şeyler ve kokteyller sipariş vermeye başlıyoruz.

“Oh be işte budur, tesisi olmayan sahiller bize göre değil.” diyoruz, keyifle kadehlerimizi tokuştururken. Ardından ertesi gün çadırda kalacağımız bir festivale gideceğimizi hatırlıyoruz, kahkahalarla gülüyoruz kendimize.

Bütün günü orada keyifle yüzerek, güneşlenerek devirdikten sonra, “Yarın görüşürüz.” diyen ekibe hiç bozuntuya vermeden, “Yarın görüşmek üzere.” diye cevap veriyor ve yürümeye devam ediyoruz. Tam o sırada otel müşterisi olmayanların plaj kullanmak için ödemesi gereken tutarın 100 küsür Euro olduğuna ilişkin bir tabela görüyoruz, kahkahalarla gülüyoruz. Her zamanki gibi şanslıyız.
Oradan ev sahibimizin bize tavsiye ettiği restorana gidiyoruz: Il Brodetto. Denizin dibinden, ayaklarımız suya değerek giriyoruz restorana ve tam denizin üzerinde konumlanmış balkonundaki gün batım manzarası şahane. Bir şişe prosecco ve Montenegro’da her yerde müthiş lezzetli olan kalamardan söyledikten sonra keyfimiz on numara beş yıldız.

Sonra sigaramız bitiyor, bir tane yan masadan alıyoruz, bir tane diğer masadan. “Eee kumarhanede sigara vardır, oraya gidelim, hem biraz takılır hem de sigara alırız.” diyoruz ve otele tekrar bu sefer kumarhanesi için geri dönüyoruz. Pasaportumuz olmadan giremeyeceğimizi söyleseler de, Sevgican o kısmı hallediyor – çünkü halk plajında geçirmeyi planladığımız günde pasaportumuza ihtiyacımız olabileceği hiç aklımıza gelmemişti ve hop içeri giriyoruz.
İçeri almasalar da çok umurumuzda olmayacaktı, bu sefer de o ıssızlığın ortasında market ararken eğlenecektik. Her durum ve koşula o kadar okeyiz ki ikimiz de ve bu o kadar güzel bir enerji yaratıyor ki!
Sigaramızı alıp, en basit kol çevirmeli makinelere yan yana oturuyor, hiç makinelere bakmadan rastgele tuşlara basarak sohbet etmeye devam ediyoruz. Sonra bitiyor, koyduğumuz parayı kaybettiğimizi düşünüyoruz, sigaraya sayalım diyor, kalkmaya niyetleniyoruz. Hooop bir fiş çıkıyor, 20 euro koyduğumuz makineden 180 küsür Euro kazanmışız.

Hemen keyifleniyoruz, canlı müziğin oraya gidip, kendimize birer cin soda söylüyoruz. Masada oturmazsak servis etmiyorlarmış. Kazandığımız paranın yarısını ayırıp, kalan yarısını rulet masasında oynamaya başlıyoruz, cin sodalarımızı alıyoruz ve rulette de tam sayıyı tuttuyoruz. Bunun da yarısını ayırıyoruz, kalan yarısı ile ben oldukça ağır ve ciddiyetle poker oynayan abilerin yanına oturuyorum. Nasıl oynandığı, nasıl bet yapıldığı hakkında bile hiç bir fikrim yok. İçki bardağımı masaya koyduğum için sürekli uyarılıyorum, abiler onların masasına oturmam da oldukça rahatsız. Sevgican konuya benden daha hakim olarak arkamda durup bana ne yapmam gerektiğini söylüyor, ben sürekli olarak çift as gibi şahane kağıtlar çekiyorum. Bu ekip çalışmasıyla bize uyuz olan abilerin bolca çipini kazanıyoruz.
Kumarda hırs yapılmaz altın kuralı ile, kazandığımız bütün çipleri nakde çevirip, onları festival bütçemiz yapmaya karar vererek bir taksiye atlıyor ve evimize geri dönüyoruz. Kumarhaneden aldığımız sigaramızı “şans sigarası” ilan ediyoruz, kazandığımız euro’ları seviyoruz, bu şansın her zaman üzerimizde kalmasını içtenlikle diliyoruz.
Şansla ve eğlenerek kalın!
“Karadağ (Montenegro)- 4: Budva” üzerine 4 yorum