Festival boyunca, “Nerede kalacağız?”, “Bugün ne yapacağız?” gibi soruları hiç sormamış, herhangi bir yere rezervasyon yaptırmamış veya herhangi bir transfer ayarlamaya hiç ihtiyaç duymamıştık. Günlerce, çadırımız, sahil ve festival alanı arasında – üstelik de hepsinin birbirine gerçekten oldukça yakın olduğunu düşünürsek – plansız, telaşsız, organizasyon yapmadan, tamamen keyfimize göre günler geçirmiştik.
Festival bittikten, çadırımızı toplayıp, bütün arkadaşlarımızla vedalaştıktan ve kamp alanına çıktıktan sonra, elimizde çantalarımız ve uyku tulumlarımızla oldukça şaşkın bir haldeyiz. Ne o gece için kalacak bir yerimiz var, ne de Türkiye’ye dönüş biletimiz…
“Kotor’a nasıl gideriz?” diye sorduğumuz kimseden de çok net bir cevap alamadığımızdan, otobüs durağının olduğu yere doğru yürümeye başlıyoruz. Her zamanki şansımızla tam o sırada bir adam yanımıza geliyor, iki kişiyi Kotor’a götürecekmiş, arabasında iki kişilik daha yer varmış, 10 Euro vererek arabayla Kotor’a gelmek ister miymişiz?

Bu Karadağ seyahati boyunca, muazzam lezzetli yemekler yedik, başından ayrılamadığımız gözlerimizi kırpmadan izlediğimiz güzellikle gün batımları izledik, festivalde çılgınlar gibi eğlendik, proseccoların ve çok iyi kokteyllerin eşliğinde müthiş sohbetler yaptık – hepsi harika anlardı; ama bu seyahate dair hep aklımda kalacak en temel şey: Sanki elimizde sihirli bir değnek varmış gibi, her zaman istediğimiz her şeyin çabasızca karşımıza çıkması ve kendiliğinden olmasıydı.
Buna yapabildiğim tek mantıklı açıklama, her andan müthiş keyif alarak müthiş bir enerji yaratıyor olmamızdı. Yani orada ne zaman geleceğini bilmediğimiz bir otobüsü de bekliyor olsak, markete girip iki bira alacak, festivalin dedikodusunu yapacak veya oralardaki bir restoranı deneyecektik.
Akşam kalacak bir yerimiz olmamasına veya henüz Türkiye’ye dönüş uçak biletimizi almamış olmamıza gerilmeyecek, “Amaan hallederiz.” diyecektik. Her koşulda her zaman keyif almaya başladığında insan ve paniğe kapılmadan akışına bıraktığında, tuhaf biçimde hayat hep daha da kolay ve keyifli akmaya başlıyor.
Böylece hiç tanımadığımız iki kişi ile birlikte, arabayla Kotor’a geçiyoruz, yolda da konaklayacağımız Airbnb evi ile Türkiye’ye dönüş biletlerimizi ayarlıyoruz.


Kotor’un kalesinin içine girdiğimiz anda büyüleniyoruz. Budva’nın kalesi filan Kotor’un yanında çok uyduruk kalıyor. Kotor’un kale içi gerçekten temizliğine ve güzelliğine hayran bıraktıracak kadar büyüleyici. Ve kaldığımız evin lokasyonu da manzarası da şahane.
Aslında niyetimiz evde duş alıp biraz dinlenmekti. Fakat, saçlarımıza günlerce şampuan değmemiş olsa da, festival boyunca gecede ortalama 40.000 adıma tekabül edecek kadar çok dans etmiş ve yorgunluktan ölüyor olsak da, Kotor’un kale içi o kadar davetkar güzellikte ki, duşu da dinlenmeyi de akşama saklayıp kendimizi sokaklara bırakıyoruz.

Özellikle bir şey yapmaya gerek yok burada. Sokaklarda yürümek bile keyifli. Ev sahibimizin tavsiye ettiği bir restoranda da oturup Nitsicko ve Karadağ’da nerede yediysek çok lezzetli olan kalamarlardan söylüyoruz. Bütün günümüzü hiç acele etmeden keyifle kale içinde geçiriyoruz.

Tam eve geri dönmeye niyetlendiğimiz sırada, festivalde son gece kaybettiğimiz ve dolayısıyla vedalaşmaya fırsat bulamadığımız iki arkadaşımız arıyor. Bize hoşçakal diyemedikleri için, bir saatlik bir yolculukla şehir değiştirip, bizimle vedalaşmaya Kotor’a geldiklerini söylüyorlar. O kadar duygulanıyoruz ki! Hayatın bizi bir daha bir yerde kesiştireceği güne kadar birbirimize bol şans diledikten sonra, evimize dönüyoruz.
Kumarhaneden aldığımız sigarayı “şans sigarası” ilan etmiştik, Karadağ’daki son gecemizde ondan birer tane içmek için avluda oturuyoruz. Az sonra sarhoş gibi bir adam dışarı çıkıp, avazı çıktığı kadar bize bağırmaya başlıyor. “Özel mülk, burada oturamazsınız.” diye. Adama aynı binanın üst katında kaldığımızı açıklamaya çalışıyoruz, dolayısıyla özel mülke ait bu avludan faydalanma hakkımız olduğunu…
Avazı çıktığı kadar bağırmaya devam ediyor ve polis çağıracağını söylüyor. Serde Adanalılık var, “Kapa çeneni ve siktir git buradan.” diye bağırıyorum. Sonra orada sakince oturmaya devam ediyoruz, içeri giriyor, çıkıyor, bizim onun polis çağırma tehditinden hiç korkmayıp orada öyle takılmaya devam etmemiz onun sinirine dokunuyor, biliyoruz.
En sonunda gelip benim kolumdan çekiyor. Ciddi bir şey olmuyor; ama haddini bilmesi gerektiği de gerçek. Bu sefer biz hem polisi, hem de ev sahibimizi arıyoruz. Yarım saat kadar sonra herkes avluda. Ve ben ödül alacak seviyede çok korkmuş, durumdan etkilenmiş, kendisini o adam bu binada olduğu sürece güvende hissetmeyecek kadın rolünü oynuyorum. Hatta Sevgican bile bir ara paniğe kapılıp benim olup bitenden o kadar etkilendiğimden endişe ediyor. Festivalde kırılan güneş gözlüğümü gösterip, “Bakın gözlüğümü bile kırıldı.” dediğim an dudaklarının köşesi muzipçe kıvrılıyor ve bana katılıyor. Biz adamı polislere teslim ettikten sonra, “İki tane Adanalı’ya bulaştı, daha da kimseye böyle hadsiz ve haksızca bulaşamaz.” diye kikirdeyerek duşumuzu alıyor ve kendimizi günlerce çadırda uyuduktan sonra mest olarak yumuşacık yatağımıza bırakıyoruz.
İnsanın konforunu kaybedip bulması o kadar güzel bir his ki; o yatak o anda o kadar mutlu ediyor ki bizi.
Sabah erkenden uyanıp Tivat’a geçip, İstanbul’a uçuyoruz. Beklediğimizden çok çok daha güzel bir seyahati geride bırakmış olarak. O sırada ev sahibimizden mesaj geliyor, bir önceki geceki tatsızlığı telafi etmek için bize ücretin yarısını iade etmiş.
Bu seyahatten geriye harika anılar kadar bu seyahatteki ruh halimizi de zihnimde bir kenara arşivliyorum: Başına ne gelirse gelsin durumun keyfini çıkart ve paniğe kapılmadan her şeyi akışına bırakınca bazen planlayarak yapabileceklerinden bile güzel akacağına her zaman güven.
Birkaç gün sonra karşıma bunu doğrularcasına bir cümle çıkıyor: Hayatın tek amacı deneyimlemek ve keyif almaktır.
“Karakolluk Olunan Bir Kotor Günü” üzerine bir yorum