Somewhere Only We Know‘dan ayrıldıktan sonra, merkezden biraz alışveriş yapıyor, bayıldığımız taze hindistancevizi sularından içiyor ve sonra Phangan ile vedalaşarak, Ko Tao’ya gitmek üzere feribotumuza biniyoruz. Bundan önce yaptığımız iki feribot seferi oldukça konforlu ve rahat geçtiği için, bunun da öyle olduğunu düşünerek bilgisayarlarımızı açıyoruz, ancak beşinci dakikadan bunun imkansız olduğunu fark ediyoruz. Deniz inanılmaz dalgalı ve feribotumuz inanılmaz sallanıyor.
Hayatımın en zor yolculuğunu yapıyorum. Beni deniz tutmaz, deniz yolculuğundan korkmam; ama feribotta benim dışımda neredeyse herkes perişan hale geliyor. Diğer yolcuları duymamak için güneş gözlüklerimi ve kulaklıklarımı takıp, burun deliklerime lavanta yağı sürüp, hiç kımıldamadan ve hiç bakışlarımı ayırmadan 45 dakika denize bakmak zorunda kalıyorum.

Ko Tao’daki otelimiz Tarna Align Resort şahane. Merkezde değil, ama merkeze çok kolay ulaşılabilen bir noktada. Şahane bir odamız ve yine odamızın önünden atlayabildiğimiz güzel bir havuzumuz var. Gün boyu biraz yüzüyor, biraz çalışıyor; Somewhere Only We Know faciasından sonra acıktığımız anda her şeyi odamıza söyleyebildiğimiz bir oda servisimiz olmasının keyfini sonuna kadar sürüyoruz.
Akşam yemeği saati geldiğinde, odanın içinde dans ediyoruz, giyiniyoruz, mutluyuz, keyifliyiz. Ko Tao merkezine indiğimizde daha da keyifleniyoruz.
Phangan bir parti adası olduğundan, akşam saatlerinde genel olarak ölü olan bir adaydı. Gün batımı saatlerinden sonra herkes ortalıktan yok oluyor, sonra sabaha kadar süren partiler için tekrar ortalık şenleniyordu. Ancak ikisinin arasındaki akşam saatlerinde ada oldukça sakin oluyordu.
Ko Tao’ya bu açıdan bayılıyoruz. Partiden ziyade dalışla ön plana çıkan bu ada, adanın da çok daha küçük olması ve herkesin daha aynı yerde toplanmasının da etkisiyle; oldukça hareketli sokaklarla dolu, restoranlar kalabalık, çok güzel mekanlar var. Öncelikle sahile iniyoruz, Lotus Beach Bar’da ateş gösterilerini izliyoruz. Sonra sahilde dizi dizi bar olduğunu fark ediyoruz, mekanların önünde kumların üzerine yerleştirilmiş minderler var. Bu minderlere oturuyoruz, önümüzde deniz uzanıyor, tepede dolunay var.

Ve benimki yine telefonundan hiç de acil olmayan işler yapmaya, onun network grubuna gelen mesajları cevaplamaya başlıyor. Zaten bütün gün boyunca çalıştık, akşam vakti artık birlikte vakit geçirmemiz gereken zaman olmalı – özellikle de tatilimizin son günlerine yaklaştığımızı düşününce… İki kokteyl içtiğim süre boyunca, etrafımızdaki herkese imrenerek bakıyorum, kızlı erkekli gruplar, çiftler… Herkes oranın tadını çıkartıyor ve benim yanımda; ama fiziken orada ama aslında orada olmayan bir adam var. Kendi başıma içiyorum kokteylimi, manzarayı izliyorum, yan tarafımızda oturan üzerimdeki crop top’ın harika olduğunu söyleyen kadına mutlulukla kendi markam olduğunu söylüyorum ve içinde bulunduğum bu durumdan hiç hoşlanmadığıma karar veriyorum.
Otelden harika giyinip ve harika bir ruh haliyle; keyifle ve akşama motive olarak çıkmışken, yine kendimi soru işaretlerine kapılmış buluyorum ve gerçekten yalnız hissediyorum. O an orada, başka herhangi bir kişiyle otursam çok daha keyifli bir an yaşardım diye düşünüyorum. Çok basit bir şey istiyorum ondan sürekli olarak: Bütün gün çalıştıktan sonra akşam saatlerinde olduğumuz yere ve birbirimize odaklı vakit geçirmeyi. Ki bana göre bu zaten hiç üzerinde konuşulmasına bile gerek olmadan zaten olması gereken bir şey. Orada sanki Ko Tao’da sahilde harika bir barda değil, evinin salonunda gibi takılıyor. Hani benimle sohbet etmez ama keyifle manzarayı izler, ona da okey olurdum. Artık bu durumun sürekli olarak tekrar etmesinden gerçekten bunalmış ve yorulmuş haldeyim.
Burada benim de hatam, Bir İlişki Analizi-1‘de yazdığım gibi bu durumu alıp kişiselleştirmem. Kaygılı bir bağlananım, partnerimle bağlantı kurmaya ihtiyacım var, onun bu davranışını onun anı yaşayamaması olarak basitçe kabul edemiyorum, ilişkimizde ne yanlış gidiyor girdaplarına düşünüyorum. O neşeli, oyuncu kadın olmuyorum böyle zamanlarda, tamamen duvar gibi bir kadına dönüşüyorum. Halbuki “İlişkimize değer vermiyor.” gibi alt anlamlar çıkartmak yerine, “Adamı gerçekten seviyor muyum, onu böyle kabul edebilir miyim edemez miyim? Buna alternatif olarak o böyle davrandığında onu kendi haline salıp, kendi başıma tatile gelmiş gibi davranabilir miyim?” diye düşünmem lazım. Muhtemelen vereceğim cevap “Hayır.” olurdu; ama bu kadar kavgaya gerek olmadan; sakince ve net bir şekilde bir ilişkiden beklentimi dile getirip, topu ona atardım. Bunu da ben yapamıyorum.

Oradan kalkıyoruz, yemek yemeğe gidiyoruz. Benimki benim düştüğümü fark ediyor ve her zamanki gibi ancak ben bütün motivasyonumu kaybedip, soru işaretlerine gömüldükten sonra her şeyi bırakıp benimle ilgilenmeye başlıyor. Ve bu beni daha çok rahatsız ediyor.
Oturduğumuz Meksika restoranında bana bir Meksika şapkası bulup getiriyor, kafama takıp beni öpüyor, şahane fotoğraflarımızı çekiyor, sonra da benim gitmek istediğim Ladyboy kabaresine gitmeyi teklif ediyor. Bal gibi biliyorum ki, benim moodum düşmemiş olsaydı bunların hiç birini yapmayacaktı. Siktiğimin hiç bir acelesi olmayan işlerini akşam çıkarken otelde bırakmayıp, hala benim aynı sebepten tadımı kaçırdığı için ve ancak benim tadım kaçtıktan sonra bana eşlik etmeye başladığı için ondan nefret ediyorum. “Yok, bu akşam eğlenme motivasyonumun içine sıçtıktan sonra, yaptığın hiç bir şeyin anlamı yok.” diye bağırmak istiyorum.
Ladyboy kabaresi çok eğlenceli, gördüğüm en güzel ve havalı Ladyboy’lar sahnede. Ama ben buz kesmiş gibiyim, konuşmuyorum, kımıldamıyorum. Çünkü biliyorum ki, ağzımı açtığım anda sinirli tepkiler vereceğim. Benimki bana sarıldığında put gibi duruyorum. O gece otele ağzımızı açmadan yürüyerek dönüyoruz.
Ertesi gün sabah gittiğimiz plajda da o bilgisayarını açıp tek başına takılmaya başladığında, ben çantamı toplayıp oradan ayrılıyorum. Sokaklarda elimde biram tek başıma yürümeye başlıyorum. Ve yanımdan geçen bir sürü motosiklet duruyor, gerçekten yakışıklı adamlar beni bir yerlere götürmeyi teklif ediyor. “Keyfim yok, biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var.” diyorum, “Tamam konuşmayız, ama bu yoldan daha güzel bir yerde yalnız kalmanı sağlamama izin ver.” gibi tatlılıklar yapıyorlar.

O gün kendimi rastgele tanıştığım adamların planlarına teslim ediyorum. Bazılarıyla taze meyve suları içiyoruz, bazılarıyla bira, köpek balıklarını izlemeye gidiyoruz, beach club’ları ziyaret ediyoruz. Yeniden ışıldamaya başlıyorum, yeniden kocaman gülümsemeye, kendimi daha çok sevmeye… Çünkü tuhaf bir biçimde hiç tanımadığım bu insanlarla, hayatımdaki adamla yapamadığım kadar sohbet ediyoruz, dikkatleri bende, ne istediğim sürekli soruluyor, bana özel planlar yapılıyor… Hayatımdaki adamdan almadığım ilgiyi bana vermeye hazır dünya kadar adamın olduğunu yeniden fark etmek, ne yalan söyleyeyim çok ilkel olsa da çok hoşuma gidiyor.

Akşamüstü sahilde Charcoal Bay Wine & Grill isimli çok güzel bir restorana oturuyorum, çoktan şarjı bitip kapanmış telefonumu şarja takıyorum. Benimkinin nerede olduğumu soran mesajlarını görüyorum, konumumu atıyorum. “Sana bir hediyem var.” diyerek bir paket uzatıyor bana. Arayıp bulamadığım hindistan cevizinden yapılmış kaseleri almış, çok ince çok güzel bir jest. Sarılıp öpüyorum onu. O sevgisini böyle gösteriyor galiba, diye düşünüyorum, yelkenleri suya indiriyorum.
Ben bira içiyorum, o hiç bir şey içmeden öylece oturuyor bir süre. Yine karşımda aynı yorgun ve keyifsiz adam var. Dönüş uçaklarımız farklı günlerde, ben ondan dört gün önce dönüyorum, dolayısıyla ertesi gün itibarıyla Koh Samui’ye geçip, oradan da Bangkok’a dönmem lazım.
Bana büyük bir sakinlikle, ardı ardına o kadar seyahat ederken konforlu biçimde çalışamayacağını, o yüzden bu dönüş seyahatlerini benimle yapmak yerine, aralara birer gün daha ekleyerek daha rahat takılmasının daha mantıklı olduğuna karar verdiğini açıklıyor.
Pardon? Tayland’da son birkaç birlikte günümüz var, çoğu iş bile olmayan hafta sonu günleri, bir daha birbirimizi nerede ne zaman göreceğimizi bilmiyoruz ve bu günleri benimle geçirmek yerine uykuyu mu tercih ediyor?!
Suya indirdiğim yelkenlerimi fora şişirip kaçmak istiyorum.
Bana buz gibi bir sesle, bütün zamanını bana harcadığını, iş dışında bütün dikkatinin bende olduğunu, her şeyi abarttığımı, aşırı duygusal olduğumu, çok çocukça davrandığımı, hiç yetişkin bir birey olmadığımı sıralıyor. Ayrıca daha derin ve paylaşımlı bir ilişki istediğini, benimse aklımın fikrimin içmekte eğlenmekte olduğunu söylüyor.
İnanamıyorum. Sürekli paylaşım yapmak, daha çok gerçekten birlikte vakit geçirmek için çırpındığım adam karşımda durmuş daha “derin ve paylaşımlı bir ilişki” istediğini söylüyor. Gerçekten benimle zaman geçirmediği sürece nasıl derin ve paylaşımlı olabiliriz ki?
Daha derin ve paylaşımlı ilişkiden ne kastettiğini sorguladığımda, onun sürekli çalışmasına anlayış göstermek olduğu ortaya çıkıyor. Ve tabii ki bu tek taraflı benim ona anlayış göstereceğim bir senaryo. “Senin sürekli yorgun ve keyifsiz olmandan ve sürekli buna anlayış beklemenden ben artık çok sıkıldım.” diyorum.

Oradan kalkıyoruz, o otele gidiyor, ben sahilde yürüyorum. Tayland’da gün batımları genellikle çok güzel; ama bazen büyüleyici oluyor, gök, deniz, bunların renginin kuma yansıması hepsi birleşiyor. Tayland’da izlediğim yine böylesine güzel bir gün batımını bir kere daha onsuz izlemiş oluyorum.
Orada benimle tanışsa gece beni görmek için kırk tane plan yapacak adamken; şimdi hayatındaki kadın olduğum için bu kadar tembelleştiğinden dolayı kendimi inanılmaz bir haksızlığa uğramış hissediyorum. Neden evlenmediğimi soranlara yaptığım mesleki espri geliyor aklıma: “Piyasada alıcısı olan mal için münhasırlık hakkı vermek stratejik bir hata.” Ve o hatayı sen Tayland’a bu adamla gelerek yaptın kızım diyorum kendime, gülüyorum. O sırada çok sevdiğim bir genel müdür arıyor, “Türkiye’ye dönmeye niyetiniz var mı, kendimize yeni bir avukat bakmaya başlayalım mı?” diye takılıyor bana. Geri dönmeyecek kadar mutlu olmamam gerekirdi o an, ama değilim.
Otel odasına girdiğimde doğrudan kendimi duşa atıyorum, sonra dolaptan bir bira alıyorum, terasa çıkıp bir bira içerek akşam için restoran bakınmayı planlıyorum. Belki bana o akşam keyifle bir akşam yemeğinde eşlik eder umuduyla. O sırada bilgisayar başından ilk defa kafasını bana çeviriyor ve “Problemlerinden biri de alkolik olman.” diyor. Yapıcı olmaya çalıştığım bir anda o kadar gafil avlanıyorum ki, buz kesiyorum. “Diğerleri neymiş?” diye soruyorum büyük bir soğuk kanlılıkla. “Çok var.” diyor. Hadsizlik bu seviyeye geldiyse, o hadleri en güzel ben aşarım. “Bütün gün boyunca sokakta tanıştığım her adamla sevgilim dediğim adamdan daha çok eğlendim bugün. Mutlu olmadığım bir ilişki yaşadığımı da o problemlerim arasına eklersen sevinirim.”
O anda kavga etmeye başlıyoruz. Ne kadar uzun zaman kavga ediyoruz bilmiyorum, ama sanırım ikimiz de bütün enerjimizi buna harcamış oluyoruz. Sonunda havuz başındaki koltuğun üzerinde kavga etmekten bitap düşmüş bir halde kalıyoruz. Ağlıyorum, beni anlamamasına ağlıyorum, ne yapmam gerektiğini bilmemeye ağlıyorum; ama en çok o güzelim adada bir gecemin daha böyle manasızca harcanmış olmasına ağlıyorum. Ko Tao’dayız, hayatımızda ilk defa geldiğimiz bir ada, dışarı çok güzel, bizim bir yerlerde oturmuş keyifli bir akşam yemeği yerken güzel bir sohbet ediyor veya hiç konuşmadan mutlulukla sahilde dolunay filan izliyor olmamız lazımdı.

“Adalarda geçirdiğimiz günlerde iki muhteşem gün batımı izledim, ikisinde de sen yanımda yoktun. Belki de bu doğanın bize mesajı: Güzelliklerin tadını birlikte çıkartamıyoruz.” diyorum. “Ben yarın Koh Samui’ye geçiyorum. Benimle gelmeyeceksen, burası ayrılık noktamız.”
Bu sefer onun da gözleri doluyor, bana sarılıyor, ikimiz de ağlıyoruz, sonra halimize gülüyoruz. Her şeye rağmen, ikimiz de birbirimize sarıldığımızda gerçekten mutluyuz ve ayrılmaya hazır değiliz. “Benden çaba görmek istiyorsan, ben de seninle geliyorum. Kendimize güzel bir otel ayarlayalım Koh Samui’den ve birlikte çaba harcayarak güzel gün batımlarını kaçırmayacak şekilde sorunlarımızı çözmeyi öğrenmemiz lazım.” diyor bana daha sıkı sarılırken.
Bir önceki Bir İlişki Analizi – 1 yazısında yazdığım gibi, ben onun hayatını yönetememesini alıp kişiselleştirdiğim için, asıl sorunu o sırada görmüyorum. Onun bana olan ilgi ve sevgisini teyit ettiğim için o sırada rahatlıyorum. Sanıyorum ki, beni sevdiği için hayatını benim istediğim şekilde planlamaya başlayacak; fakat asıl sorunumuzun sevgiyle veya ilgiyle hiç bir alakası olmadığını anlamıyorum o sırada. O nereye giderse gitsin, beni veya karşısındaki başka bir kadını ne kadar severse sevsin; böyle davranmaya devam edecek. Bu hayat tarzı karşısında, ilgi veya sevgi tereddütüne kapılmayacak (benim gibi kaygılı bağlanmayan) veya ilişkiden beklentisi daha çok birlikte dolu dolu an geçirmek dışında bir şey olan bir kadın ile karşı karşıya olduğunda bu, benim için olduğu kadar sorun olmayacak. Benim gibi sevgiyi ve ilişkinin derinliğini, ayrılan zaman, odaklanmış ilgi ve birlikte gerçekten paylaşılan anlarla ölçen biri içinse böyle bir adam hep hayal kırıklığı olacak.

Biz böylece güzelim Ko Tao’da geçirdiğimiz iki günün bana göre kesinlikle hakkını vermeden – birlikte tek bir keyifli anı yaratamadan; ama benim en azından birbirimizi sonunda anladık yanılgımla, ertesi gün çalışırken sahilde bir şeyler yedikten sonra, feribota binmeden önce son saatlerimizde deniz kıyısında açık bir alanda güzel bir masaj yaptırarak ve biraz rahatlayarak Ko Tao’dan ayrılıyoruz.
Feribota binerken üzerimize yapıştırmamız gereken bir sticker var, görevli stickerlarımızı uzatıyor, yalnızca bizimkilerin üzerine kalemle dev bir CM harfleri yazılmış. “Bu neden acaba?” diye soruyorum. Muzipçe gülüyor, “Crazy Motherfuckers” diyor, beni kucağına alıp öperken. Gülüşerek öpüşerek feribotumuza biniyoruz, bütün sorunları Ko Tao’da bırakmış olduğumuzu umarak.
“Ko Tao: Köpekbalıkları, aklımdaki soru işaretleri, güzel ladyboylar, bir umut’lar…” üzerine 3 yorum