İstanbul’da Mıchelın Starlı yemeklerle, köpüklülerle ve masajlarla bir son

Onunla bundan aylar önce buluşma düzenimiz hakkında konuşurken, benim çok isteyeceğimi düşünerek, İstanbul’a düzenli gelmek üzere uçak biletleri almayı planladığını söylediğinde, ona kelimesi kelimesine şöyle yazmıştım: “Dürüst olmak gerekirse, İstanbul buluşma noktamız olarak benim en son tercihim olur. Sen İstanbul’a geldiğinde her şeyi düşünmek ve planlamak benim sorumluluğum oluyor, bu benim dişi enerjimi öldürüyor. Ve sen yalnızca İstanbul’a geldiğin ve bir kaç saat uçtuğun için inanılmaz büyük bir fedakarlık yaptığın hissine kapılarak çok özensiz bir adama dönüşüyorsun. Şimdiye kadar seninle geçirdiğim günler arasında en az mutlu olduklarım İstanbul’da geçirdiğimiz günler.”

Bu nedenle sonrasında ne kadar yoğun olursam olayım, buluşmalarımız için İstanbul dışındaki noktaları tercih etmiştim. Seyahat etmeyi seviyordum, güzel bir yerlere seyahat etmek bana fedakarlık yapıyormuşum gibi hissettirmiyordu, gitmeden önceki haftalarda haftasonları da çalışarak kendime biraz boşluk açıyordum, ayrıca yer değiştirmek bana taze bir his veriyordu.

Tayland’dan sonra da buluşma noktası olarak Mısır’ı belirlemiştik. Cercle’ın şahane görünen bir etkinliği vardı, ikimizin de arkadaşlarından oluşan şahane bir ekiple bu etkinlik vesilesiyle Mısır turu yapmayı planlıyorduk. Önce benim vizemin etkinliğe yetişmeyeceği ortaya çıktı. Hemen ardından deprem oldu, ülkece perişan olduk, eş zamanlı olarak terfi ettim ve sorumluluklarım arttı.

Mısır’a gidemeyeceğim için dertlenmek ve/veya başka bir plan yapmak gündemimde bile değildi. Buz gibi bir havada evsiz kalmış insanların olduğunu bilirken, evde doğal gaz yakmaya bile utanç duyduğum; her gün toplantılara ve iş yemeklerine koştuğum, yorgunluktan ölürken ağlayarak yardım kolisi paketlediğim günler geçiriyordum. Alt üst bir haldeydim.

O vizeye ihtiyaç duymadığı için ve etkinlik biletlerini de çoktan satın aldığımız için o Mısır’a gidebilirdi. Onun yerine “Ben seni görmek istiyorum.” diyerek, Kahire biletini yakıp İstanbul’a gelmeye karar verdiğinde çok sevinmiştim. Ben stresli, üzgün, yorgun ve perişan haldeydim, onun yanımda olması bana iyi gelir, diye düşünmüştüm.

O yüzden de geldiğinde onu hevesle havalimanından karşılamaya bile gittim. Birbirimizden ellerimizi dudaklarımızı çekemeyerek, Neolokal‘de çok güzel bir akşam yemeği yiyip, leziz mezcal margaritalarımızı içerek sohbet ederek başladığımız İstanbul maceramız tam bir hafta sürdü. İkimiz de bunun ilişkimizin de son bir haftası olacağını elbette bilmiyorduk.

Bu bir hafta boyunca, Grandma’da geç kahvaltılar üzerine Vakkorama’da birbirimize kombinler oluşturarak alışveriş yaptık, Bomonti’ye yürüdük, Üstün Palmie’den likörlü çikolatalar aldık, Aşeka Karaköy’de sevgililer günü yemeği yedik, evde aynı odada çalıştık, ben toplantılara gittim, o cafelerde çalıştı, akşamları buluştuk, Bomontiada’da leziz kokteyller içtik, evde prosecco içerek halının üzerinde dans ettik, masajlar yaptırdık, Akaretler’de takıldık, anneme akşam yemeğine gittik…

Birlikteydik, sağlıklıydık ve deprem gündemlerinden sonraki yaklaşımımla bence mutlu olmak için her şeye sahiptik. Sokaklarda sarmaş dolaş yürüyorduk, benimle her yere geliyordu; dışarıdan bakınca her şey yolundaydı; ama karşımda asla tam anlamıyla keyifli olmayan bir adam vardı. Fiziken yanımdaydı, ancak zihnen asla tam olarak benimle ve içinde bulunduğumuz anda değildi.

O öğlene kadar uyurken, ben sabah erkenden kalkıyor ve toplantılara gidiyordum. Çok yorgun eve döndükten sonra iş kıyafetlerimi çıkartıp, süslenip onun hoşuna gidebileceğini düşündüğüm planlar yapıyordum. Masajlar, yemekler… Bütün bunlar olup biterken de o, sadece onun işleri varmış, yalnızca o yoğunmuş ve çok çalışıyormuş gibi davranıyordu. Benden önceki bütün kız arkadaşlarının işsiz güçsüz, tamamen onun yörüngesinde takılan tipler olmasının alışkanlığıydı bu. Ben bir işin üzerinde çalışırken bir anda “Benim işim bitti, hadi yemeğe gidelim.” demesi beni çıldırtıyordu. Bir şeyi yapamama gerekçesi olarak bugüne kadar her zaman işe yaramış “Çok çalışıyorum, çok yoğunum.” bahanelerini ileri sürdüğünde, benim “Aferim sana ama gözden kaçırdığın bir şey var, ben hem senin kadar çalışıp hem de bunları yapıyorum.” diye çürütmem de onun egosu açısından hırpalayıcı oluyordu.

Ayrıca sürekli olarak akşam gündemlerimize de onun evinin tasarımı, aile konuları ve iş gelmeye devam ediyordu. Aşırı yorgun olmama rağmen, elime kağıdı kalemi alıyor, evinin tasarımı hakkında takıldığı konuları çözüyor, girişiminin instagram sayfası hakkında fikir veriyor ve artık bu konuların çözülmesini ve akşam yemeklerimize taşınmamasının sonunun gelmesini umut ediyordum; ama aklı sürekli olarak bunlardaydı. Benim artık sıkılıp kestirip attığım zamanlarda da “onun işlerine ve yoğunluğuna anlayış göstermemekle, destek olmamakla” suçlanıyordum. Sonuç olarak bir kaçıngan, bir kaygılı olarak Bir İlişki Analizi – 1‘de yazdığım girdaplara sürükleniyorduk.

Aslında şimdi olabildiğim kadar net olabilseydim, “Kendine bir çeki düzen ver, ülkemin yarısı yıkıldı, gündem karışık, tut bir şeylerin ucundan tutmana ihtiyacım var bu aralar. Bir de senin keyifsizliğinle ve sorunlarınla uğraşamam.” demem gerekirdi; ama ülkedeki herkes gibi psikolojim çok sağlıklı değildi, çok yorgun ve stresliydim. “Ben mi havadan nem kapıyorum acaba?” diye düşünüp sesimi çıkarmıyordum. Kendimi Billi Ellish’in şarkısındaki gibi hissediyordum: “I tried to scream, but my head was underwater.”

O sırada henüz bunu çözememiştik, sonradan anlamlandırabildik bunu; bizim sevgi dillerimiz farklıymış. Benim için sevgi göstermek, “nitelikli zaman geçirmek” iken; onun için sevgi göstermek “dokunmak”mış.

Sevginin Beş Dili diye bir şey var – testini şuradan yapabilir, kendi sevgi dilinizi keşfedebilirsiniz. Kitabını da ayrıca okuduktan sonra sizinle paylaşacağım.

Benim için birine sevgi göstermek ve birinin beni sevdiğini düşünmek, birlikte “nitelikli zaman geçirmek” anlamına geliyormuş. Dikkatin kesintisiz biçimde bende veya içinde bulunduğumuz ortamda veya yaptığımız şeyde olması benim sevgi dilimde sevgi göstermekmiş. İlla ki doğrudan bana yönelmiş olmasına gerek yok, birlikte üçüncü kişilerle yaptığımız bir sohbet de olabilir. Ama bunlar yerine telefonuna, işine veya ev tasarımına odaklanması benim için sevgi dilimde sevgisizlik olarak anlaşılıyormuş. Onun sevgi dilinde ise dokunmak sevgi göstermek olduğu için, bana sarılmış ancak aklı başka bir yerde olduğu zamanlarda, kendi sevgi dilinde bana sevgi göstermiş oluyormuş.

Bir akşam benim arkadaşlarımın yanına uğradığımızda, masadaki herkes Türk olmasına rağmen, o sohbetlere katılabilsin diye İngilizce konuşulurken, o bu çabaya bile saygı göstermeden hiç keyif almadığını belli eden bir tavırla insanlar ona bir şey anlatılırken telefonunu çıkarıp oynadığında benim tahammül seviyem doluyor. Çünkü benim sevgi dilimde bana sevgi göstermemiş oluyor bu davranışıyla. O ise bu sırada bir eli telefonundayken diğer eli benim bacağımın üzerinde olduğu için dokunarak bana sevgi göstermiş oluyor o sırada. Aslında ikimiz de farklı dillerde birbirimize sevgi gösterdiğimiz için, karşı tarafın tepki göstermesi karşısında “Daha ne yapabilirim ki?” diye isyan edip duruyormuşuz.

Ben akşamki davranışını kaba bulduğumu dile getirdiğimde, “Ben senin için bilmem kaç yüz mil uçtum.” diye başlayarak, kıyas hesabına girdiğinde ise bende film kopuyor. Ben onun kaç arkadaşı ile tanışmışım, o benim kaç arkadaşımla tanışmış. Ben yalnız bir kere Lizbon’a gitmişim, onun İstanbul’a kaçıncı gelişiymiş? Benim hayatıma eşlik ediyormuş, ne önerdiysem hepsini itiraz etmeden yapmış ve bana uyum sağlamış

İstanbul’a gelişlerini ve benim arkadaşlarımla geçirdiği zamanları sanki korkunç zor ve katlanılmaz bir fedakarlık yapıyormuş gibi anlatması beni çıldırtıyor.

O gün ona bir mektup yazıyorum: Lizbon’a geldiğimde onun iş etkinliklerine ve arkadaşları ile planlarının hepsine katıldığımı ve onun sürekli uyumsuz ve tatminsiz tavrının aksine, benim saçma sapan ortamlarda bile keyif alarak vakit geçirdiğimi, Tayland’dan beri sürekli olarak nereye gidip ne yaparsak yapalım asla anı yaşayamamasından ve akşamları dahil sürekli aklının işinde ve evinin tasarımında olmasından sıkıldığımı, her gün en az onun kadar çok çalışmama rağmen, her gün onun için ayrı bir plan yaptığımı ve bir kere olsun “Burada olmak çok güzel. Teşekkür ederim.” gibi bir cümle duymadığımı,artık yorulduğumu açıklıyor ve bana bir çözüm önerisi ile gelmesini rica ediyorum.

Bir çözüm önerisi beklediğim adam, “Bence farklı düşündüğümüz o kadar çok nokta var ki, ayrılmalıyız.” diye cevap verdiğinde, kendimi çok yorgun hissediyorum. Kavga etmeye, kendimi açıklamaya çalışmaya halim yok. Daha fazla onun hayatında çözemediği konuları bana yansıtmasını flörtöz tavırlarla tatlı tatlı idare etmeye de…

O akşam geliyor, ben Guatemala’dan aldığım şahane rom’dan koyuyorum ikimize de. Oturuyoruz, birkaç şey hakkında konuşuyoruz, o sırada kurduğu cümleler bana görmeyi reddettiğim bir noktayı artık reddetmeye devam edemeyeceğim kadar net bir şekilde önüme seriyor.

O mevcut duruma göre kendini adapte edemiyor, sürekli değişen ihtiyaçlarına etrafındaki her şey uyumlu olsun istiyor. Parti adasındayken sağlıklı yaşamaya karar veren adam, şimdi ülkenin yas ilan ettiği bir yerde clublar kapalı olduğu için tatminsiz. İstanbul onun deyişiyle “çok sakin” evet, ama sen de sağlıklı yaşamak isteyen bir adamdın, şahane bir boğaz var, çık sabah koşusu yap mesela – ama hayır öğlene kadar uyuyup sonra da toplantılarım var çok yoğunum diyerek kaybolup, eş zamanlı olarak “İstanbul çok sakin.” diye yakınıyor.

Aslında dilinde ve günlük planında sürekli nefes çalışmaları, spiritüellik, yoga vs. olmasına ve dışarıdan bakınca benden çok daha spiritüel eğilimli ve kendini geliştirmiş görünen biri olmasına rağmen, aslında gerçekliğin böyle olmadığını fark ediyorum. Anın tadını çıkartmak, şimdiki anı yaşamak kısmı onda yok, belki de hatta tam bu yüzünden nefes terapilerine bu kadar düşkün, ona bu kadar iyi geliyor, çünkü bunu sadece o anlarda yapabiliyor.

Elbette benim de bir sürü yerine tam oturmamış bazı sağlıksız davranış kalıplarım var; ama ben anı yaşayan ve saçma koşullarda dahi mutlu olabilen bir insanım. Kendi başıma bile evde dans ederken mutluyum ve birlikte olduğum adamla, sıra dışı bir mekanda olmamıza ihtiyaç duymadan paylaştığım anlardan keyif alabilmek istiyorum, bundan eminim.

Ondan çok hoşlanıyorum, diğer yandan hayatı böyle yaşayan – her an benim açımdan hiç de sorun olman bir şey yüzünden huzursuz olma ihtimali olan bir adamın benim hayatıma eşlik etmesi, uzun vadede benim için zehirli olacak, benim yaşam enerjimi emebilecek tehlikeli bir şey. Çünkü ben insanların ruh hallerini hisseden ve bundan etkilenen bir yapıdayım. Bunu fark ettiğim anda dehşete kapılıyorum, cümlesini bölüyorum, “Benim açımdan başka bir şey konuşmamıza gerek yok. Son noktadayız.” diyorum.

Buruk bir gülümsemeyle kadehlerimizi tokuşturuyoruz. Aramızdaki muazzam tensel çekim, sevgi dili dokunmak olan onun için harika bir ilişki yaşamaya yetiyordu. O yüzden kendi açısından da o haklıydı; ona göre her şey çok yolunda giderken ben arıza çıkartıp duran taraftım. Benim ise bir ilişkiden beklentim bu dahil ancak bundan çok daha fazlası artık. Beş yıl önce hayatımın aşkı diyebilirdim ona, bugün ise bu ilişki benim beklentilerimi karşılamıyor.

“Aslında keşke Ko Tao‘da ayrılsaydık, hikayemize daha uygun bir son olurdu. Aynı döngünün içinde biraz daha fazladan gereksiz hırpalanmış olduk.” diyorum.

Bu yazının en başında paylaştığım maili hatırlıyorum o sırada, o İstanbul’a geldiğinde bu sorunu yaşayacağımızı aslında bal gibi biliyordum, pekala açık ve net öngördüğüm bir riskti bu. Bile bile lades yaptığım için kendime kızıyorum biraz. Fakat benim yaşadığım ve yaşamaktan çok hoşlandığım şehirden de nereye kadar kaçabilirdik ki?

Sonra o eşyalarını topluyor. Sarılıyoruz, onun kalbi güm güm atıyor, benim gözlerimden birkaç yaş akıyor.

O an biliyoruz, ikimizden birisi bir hamle yapsa, tutup diğerini öpse filan senaryo değişecek; ama bunu çok yaşadık. İkimiz de yorgunuz.

Kapıdan çıkarken birkaç kere “Yakında görüşürüz.” diyor. Cevap vermeden gülümsüyorum gözlerim dolu, bir daha görüşmeyeceğimizi biliyorum.

Kendi limitlerinizi bilerek kalın!

Reklam

İstanbul’da Mıchelın Starlı yemeklerle, köpüklülerle ve masajlarla bir son” üzerine 2 yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s