Yunanistan’a gidildiğinde planlar ve beklentiler neredeyse hep aynıdır:
Bolca uzo ve şarap tüketmek, güzel ahtapot ızgaraları mideye indirmek, keyifli taverna gecelerinde çakırkeyif halde kadehleri tokuşturmak ve mevsim uygunsa bir de deniz kıyısında güneşlenip billur gibi denizlere girmek.
Tabii gidilen yer Yunan adalarından biriyse plan ufak değişiklikler gösterebilir; yine temel hatları ile her Yunanistan ziyareti yukarıda saydıklarımın etrafında şekillenir.
Alexandroupoli’de geçen günlerimizden de bizim beklentimiz bu yöndeydi.
Şehrin en iyileri olarak anılan restoranlarda keyifle yiyip içtikten sonra, kurtlanmaya başladık.
Asla bitirilemeyen bir şehir olan İstanbul’da yaşayanlar için, küçük şehirlere yapılan ziyaretler hep bu arayışı beraberinde getiriyor. Aynı sokakta üç gün boyunca oturamıyoruz. Kurtlanıyoruz ve arayışa giriyoruz: “Ee, buralarda yapacak başka neler varmış?”
Böylelikle bir gün şehir merkezinden 65 kilometre uzaktaki Dadia Ormanı‘na gittik. Giderken büyük bir beklentiye girmedik, “Biraz yürüyüş yaparız, havamız değişir, yine aynı mekanlardan birine oturup takılmaktan iyidir.” diyerek yola çıktık.
Dadia Ormanı’nın asıl özelliği, içerisinde bir kuş gözlem merkezi olmasıymış. Kartallar ve akbabalar gibi türü tükenmekte olan kuşlar, bu ormanın içindeki gözlem noktasından izlenebiliyormuş.
Ancak biz öğleden sonraki bir saatte gittiğimizden, bunun için geç kaldığımızı, kuş gözlemlemek için sabah erken saatlerde gelmemiz gerektiğini belirttiler.
Dadia Ormanı, gerçekten kocaman bir orman. Çeşitli yürüyüş parkurları oluşturmuşlar. Bu parkurlarda yolunuzu, ağaçlara takılmış renkli plakaları takip ederek buluyorsunuz. Bunun dışında ekstradan bir yol düzenlemesi, tabela gibi hiç bir eklenti yok.
Uçsuz bucaksız bir ormanda, ağaç gövdelerindeki minik turuncu plakaları takip ederek yürümek ve etrafta bizden başka kimsenin olmaması, macera hissi veriyor ve gerçekten çok keyifli.
Yürüyüş sonrası, midelerimiz guruldamaya başlayınca, yakınlarda tavsiye edilen bir restorana gidiyoruz, ama Alexandroupoli’deki benzerlerinden sonra gerçek bir hayal kırıklığı.
Benim dışımda kimsenin tadını sevmediği, ama bence Yunanistan’a gitmişken denenmesi gereken reçine şarabını denemek için yolda durabilirsiniz.
Kavala:
Alexandroupoli’den yaklaşık 150 kilometrelik bir yol kat ederek Kavala’ya ayak bastığımız andan itibaren “İyi ki geldik!” diyoruz.
Osmanlı döneminde Balkanlar’ın en önemli merkezlerinden bir olan bu şehir, ayrıca Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın da doğum yeri.
Tabii bizim Kavala’yı çok sevmemizin sebebi bu tarihi öneminden ziyade, şehir merkezinde kenarında keyifle yürünebilecek bir marinası olması, sahil boyunca ekose örtülü masaların dizili durması, güneşin pırıl pırıl parlaması ve şehrin tepesindeki kalenin harika bir manzara sunması.
Hemen marinadaki ekose örtülü ve güneş alan bir masaya oturup, birer bira ve bir kalamar söylüyoruz. Keyif budur, Yunanistan budur!
Sonra kaleye doğru kıvrılarak çıkan daracık sokaklarda yürümeye başlıyoruz.
Tepedeki kaleye çıkmak için epeyce yokuş yukarı tırmanmanız gerekiyor. Yazın sıcağında zorlayıcı olabilir, yine de bundan kaçmayın.
Çünkü bu sokaktaki binalar çok güzel olduğu gibi; Kavala kurabiyesinden, Çin malı olmayan şık aksesuarlara kadar ne arıyorsanız bu yolun üzerinde bulabilirsiniz.
Büyük ölçüde korunmuş olan Kavala Kalesi’nin manzarası harika. İncecik kemerlerin üzerinde, kalenin dört bir yanını turlayarak, bütün şehre tepeden bakmak kesinlikle deneyimlenmeli.
Çok şık kutularla paketlenen Kavala kurabiyelerinden aldıktan sonra, sahil hattında, yemyeşil ağaçların altında, şehir sakinlerinin doldurduğu cafelerde keyif çatmayı da atlamayın.
Casino Thraki
Alexandroupoli’de çok cazip bir gece hayatı ne yazık ki yok. Tavernalarda leziz mezelerinizi yiyip, kadehlerinizi tokuşturarak sohbetlerinizi yaptıktan sonra gece bitiyor.
En azından şehirde…
Daha Alexandroupoli’ye gitmeden önce otelimizin bir casino’su olduğunu fark ettiğimde, “Eyvah, ya bizimkiler buraya çok takılırlarsa? Ya günlerimizin bazılarını hiç bir şey keşfetmeden otele ve casino’ya kapanmış halde geçirirsek?” paniklerine kapılmaya başlamıştım.
Mr. Papyon sıpalık yapmak için her sabah kahvaltıdan sonra “Hadi Casino’ya.” diye bana takılsa ve bunu gülerek geçiştirsek de, bir akşam yemeğinden sonra erkekler gerçekten “Casino’ya uğrayalım mı?” diye sordu. Biz de mırın kırın ederek onların peşine düştük, beş dakika takılıp odaya çıkarız, diye düşünüyorduk.
Derken Mr. Papyon’dan Blackjack öğrenmeye başladığımızda işler değişti! Biz burun kıvıranlar, oyuna başladıktan on dakika sonra “ATM nerede?” diye sormaya başlamıştık.
Dünyanın en kötü cin toniklerini içerken, “paso” (istemiyorum) demeye, bazen “pasok” biçiminde yanlış söyleyerek (ki bu da siyasi bir partinin adıymış) başkalarını sinirlendirmeye, her kazandığımızda önümüze doğru fişler itilirken “give it to me baby, aha aha!” diye şarkı söyleyerek dans etmeye gerçekten bayıldım.
Herkes büyük bir sessizlik içinde oyununu oynarken, bizim danslarımızla, herkese sataşmamızla ve sürekli olarak para kazanmamızla büyük bir tepki ve dikkat çekmemiz ve sonra tam mekanı terk etmek üzereyken, laf olsun diye rulet masasına da koyduğumuz çiplerin de tam rakamı tutturması efsaneydi!
Şansla ve keyifle kalın!