Benimkiyle tanıştığımız günden itibaren, onun işini her yerden yapabilmesinin ve Türkiye’de çalışarak gezebileceğimiz müthiş sahiller olmasının avantajıyla ve birbirimizi ayrıldığımızın haftası özlemenin hevesiyle Fethiye, Kabak, Kaş ve İstanbul’da oldukça keyifli bir yaz geçirmiştik.
Gittiği her yere hızla adapte olan, orayı evi gibi benimseyen bir ikili olarak, bir kaç gün kaldığımız her yerden yıllarca yaşadığımız bir evden taşınıyormuş gibi hüzünle ayrılmış; sonra da yepyeni bir yeri yuvamız yapmıştık. Her yerde harika anılar ve anlar biriktirmiş, birbirimizi daha yakından tanımış, bir yandan da çok keyifli ortamlarda gerçekten büyük bir disiplinle çalışmıştık.

Mesafeli ilişki hep burun kıvırılan, tercih edilmeyen bir şey olmuştur genelde. Ben ise ayın yarısını birlikte geçirdiğimiz sürece bunun tam bana göre bir ilişki türü olduğuna karar vermiştim o günlerde. Ayrı kaldığımız birkaç haftada birbirimizi çok özlüyor, şevkle kavuşuyor, birlikte olduğumuz günleri dolu dolu geçiriyor; ikimizin ayrı olduğu haftalarda da tamamen işimize ve kendimize odaklanabiliyorduk. Benim bazı dönemler aşırı seyahat edip, partileyip; bazı dönemler ev kampı uygulamam gibi büyük resimde dengeyi yakalama anlayışımla çok uyumlu bir düzendi bu. Hem dolu dolu aşk yaşıyor, hem de çılgınlar gibi çalışmaya devam edebiliyordum. Hem de ikimizin farklı ülkelerde yerleşik olması ikimize de harika seyahatlere çıkma vesilesi oluyordu.
İkimiz de paranoyak ve havadan nem kapan tipler olmadığımızdan birbirimizi ayrı geçirdiğimiz dönemlerde hiç boğmuyorduk. Tuhaf bir biçimde taraflar birbirine alan açtığında, iki tarafın da birbirine daha çok haber verip her şeyi paylaşma konusunda daha şevkli olduğunu deneyimledim. Birbirimize gece dışarı çıktığımızda ortamı ve kimlerle olduğumuzu gösteren videolar yollamak, pazar akşamları bütün haftanın sohbetini yaptığımız uzun telefon sohbetleri yapmak gibi bazı ritüeller de kendiliğinden gelişmiş; ikimiz de birbirimizden uzakta geçirdiğimiz günlerde aslında birbirimizin hayatına oldukça dahil olmuştuk.
Uzakta olduğumuz günler için kırmızı çizgileri de beliremeye çalıştık. İlginçtir, genel toplum kuralları ile bazı şeyleri kırmızı çizgi sayıp sonra hiç rahatsız olmadığını fark edebiliyor insan; tam aksine hiç aklına gelmeyen bir konu için kıyameti de kopartabiliyor veya aslında rahatsız olduğu bir şeyi açıkça söylemeyi kendine yakıştıramıyor. Örnek veriyorum, onun bensiz gece dışarı çıkması, sabaha kadar partilemesi benim açımdan çok doğal bir şeyken ve her seferinde içtenlikle ona iyi eğlenceler diliyorken; instagramdan varotik bir kadının eklenmesi büyük bir meseleydi. Bu yüzden dürüst olmam gerekirse, bu kırmızı çizgileri belirleme -en azından benim açımdan- hiç de öyle kolay olmayan sürekli fikir değiştirip durduğum bir konu oldu.
Bu şekilde devirdiğimiz aylarda, benim daha önce yıllarca süren ilişkilerimdeki sevgililerimle olduğundan daha çok şey paylaşmıştım onunla. Kimse aynı şehirde yaşadığı bir adamla tanıştığında, tanışır tanışmaz ayın yarısında 24 saatini birlikte geçirmeye başlamıyor malum. Bir de bilirsiniz, birisiyle birlikte seyahat etmek, tanımayı hızlandırır.
Eğleniyorduk, mutluyduk.

Ta ki o Lizbon’da bir yatırım yapmaya karar verip, oradan fiziksel olarak ayrılamamaya başlayana kadar. Oradaki harika bir festivale beni davet ettiğinde, gerçekten ve içtenlikle gitmek istedim, gelirim dedim. Fakat Shengen vizem yoktu ve birkaç hafta sonra Sea Dance Festival için Karadağ’a gideceğim için, vize başvurusu yapıp pasaportumu ne zaman geri alabileceğim meçhul bir süre için konsolosluğa teslim edemezdim. İki haftada vize süreci bitmez ve pasaportumu alamazsam, bu sefer Sea Dance Festival’e gidemezdim.
O, asla vizeye ihtiyaç duymamış biri olarak benim bu vize sürecini abarttığımı düşünüyor ve Sea Dance Festival’e neden gittiğimi asla anlamıyordu. İki kız çadırda uyuyacağımız bir festival tatilinin arkasında çapkınlık güdüsü aramakta ısrar ediyor, onun yanına gitmek yerine bu festivale gitmeme bozuluyordu.
Bu yüzden Karadağ’a gitmeden önce olabilecek en yakın tarihe vize randevusu aldım ve bir yandan da evrakları hazırlamaya başladım. Vize başvurusu için hazırladığım evrak yığınını gördüğünde yavaş yavaş, bizim için vize sürecinin gerçekten çok angaryalı bir iş olduğunu başladı. Karadağ’dan döndüğüm hafta vize başvurumu yaptım. Yaklaşık iki hafta kadar sonra da vizemi aldım.
Böyle yazınca birkaç cümleye sığıyor; ama onun beni davet etmesiyle vizemi elime almam arasında (Karadağ seyahatim ve vizeyi beklediğim sürenin toplamı olan) bir aylık bir süre var.

“Eee ne zaman geliyorsun?” diye sordu. Ben ilk önce Yunanistan’a giriş yapmam gerektiğini, işlerim yoğun olduğu için bunu ancak bir hafta sonu yapabileceğimi, sonra İstanbul’da kalıp biraz evrak işlerimi temizlemem gerektiğini, ardından da Lizbon’a doğrudan uçak bileti Panama bileti kadar pahalı olduğu için aktarmalı olarak uçmayı tercih edeceğimi, aktarmada da özlediğim bir arkadaşımda İsviçre’de bir gece kalmayı planladığımı söylediğimde tamamen mavi ekran verdi.
Biz Türkler için Shengen vizesini ve parayı doğru kullanmak kritik önemli ve doğal bir şeyken; hiç böyle dertleri olmamış birinin bunu anlayamaması da doğaldı.
Sürekli hemen gelememe gerekçe gösterdiğim vizeyi almıştım; ama ben ona gitmeden önce uğrayacağım Yunan Adası ve İsviçre’den bahsediyordum ve benim bu planlamamla şimdiye kadar birbirimizi görmeden geçireceğimiz en uzun süreye ulaşıyorduk. Beni anladığını ve bunun arkasındaki bence aşırı mantıklı ve haklı sebepleri ona tam anlatabildiğimi sanmıyorum; ama kibar adam, ne halin varsa gör demedi.
İşte hikayenin burasında ben tası tarağı toplayıp Midilli‘ye gittim. Ben gittikten sonra, en son Guatemala dönüşünde havalimanında gördüğüm Berk de atladı yanıma geldi. Her zaman spontaneliklerin adamıdır, bu vesileyle eylül ayına şahane bir Yunan Adası hafta sonu sığdırmış olduk.

İstanbul’a dönüp işlerimi toparladıktan sonra, herhangi bir dönüş biletim olmadan tek yön biletle Cenevre’ye uçtum.
Şehre ayak bastığımda önce, oldukça yoğun bir caddede bir boy yürüdüm. Genç ve yaşlı bütün adamların üzerlerine dikilmiş muhteşem takımlarla gezmesini hayranlıkla izledim. Artık pek çok şehirde herkesin eşofman kadar spor kıyafetler giymesine alıştığımızdan, takımların içindeki jilet gibi adamlara bayıldım.
Boreal Coffee Shop’ta oturup yetiştirmem gereken işlerimi hallettim. Sonra sokağa masalar atmış başka bir cafe’ye geçtim, kendime bir kadeh prosecco söyledim, jilet gibi takımıyla inanılmaz uyumlu bir şalı ve çok modern muhteşem güneş gözlükleri olan 70 yaşlarında bir adam masama oturmak için izin istedi. Şıklığına iltifat ettim, müsadenizle eşimi arayıp gencecik güzel bir kadından iltifat aldığımı paylaşmak isterim, dedi flörtözce. Güldük, kadehlerimizi tokuşturduk, biraz sohbet ettik.
“Cenevre’ye niçin geldiniz? İş mi?” diye sordu bilgisayarımı işaret ederek. “Asıl istikametim Lizbon, bir günlüğüne bir arkadaşıma uğradım, onun işten çıkmasını bekliyorum.” dedim.

Sonra beklediğim arkadaşım beni almaya geldi. Hani bazı insanlar vardır ya, sürekli görüşüp konuşmazsın, ama yılda bir kere bile olsa buluştuğunda tam kaldığın yerden devam edebilirsin. Benim Cenevre’de yaşayan arkadaşım da tam böyle biri benim hayatımda. Onunla benim üniversitede okuduğum yıllarda tanışmıştık. Ben üniversite öğrencisi, henüz kendini hiç keşfetmemiş bir kadındım. O benden büyük, kurumsal bir şirkette beyaz yakalı bir çalışandı. Aradan geçen yıllarda, sürekli olarak iletişim halinde olmasak da, ikimizin hayatında bir sürü değişiklik olan bu yıllarda, bir şekilde kesişmeyi, hayat ve ilişkiler hakkında derin sohbetlerimizi sürdürmeyi başardık. Nadir iletişimimizin aksine, çok içtenlikle çok yakın hissettiğim bir adam oldu hep. Onun şahane lüks ve havalı arabasında, düzenli spor sayesinde tanıştığım halinden çok daha yakışıklı olmasından gurur duyarak, onun evine valizimi bırakmaya gittim. Sonra da kendimi tamamen onun planlarına teslim ettim.
Şahane bir restoranda leziz yemekler yiyip, güzel şaraplar içtiğimiz, onun çok matrak bir arkadaşıyla daha tanıştığım bol kahkahalı bir gece geçirdik. Eve gelip müzikler açtık, geçmiş yıllardaki hallerimizle dalga geçtik, geçmişten bazı anları ve anılarımızı hatırlamak için hafızamızı zorlayarak kadehlerimizi tokuşturduk, salonda dans ettik. O gece onun evinde kalmam, ikimizin hayatındaki insanlar açısından dev bir soru işareti ve huzursuzluklara yol açıp bizi biraz uğraştırdıysa da, çok eskiden beri seni tanıyan ve bilen biriyle görüşme hissinin keyfini sonuna kadar çıkarttık.

Sabah o işe giderken, “Sen istediğin kadar burada kalabilirsin.” dese de, ben de evden çıkıp civardaki başka bir cafe’ye yerleştim. Fransız bölgesine olmamıza güvenip kahvemin yanında bir kruvasan yedim, birkaç zoom toplantısına katıldım, bir sözleşme yazdım. Ve işlerimin pekala başka bir ülkeden de tıkır tıkır yürüdüğünü deneyimleyerek, “Acaba buralarda bir yerlerde yaşayarak, Türkiye’deki işleri yürütmeye devam edebilir miyim?” sorusunu ilk defa kendime sordum.


Sonra Lizbon uçağıma bindim, kısacık bir yolculuk olmasına rağmen, bana çok uzun gelen bir seyahat oldu. Kalbim küt küt atarak, onunla buluşmak için Lizbon’a ayak bastım.
Hala bir şeylere bu kadar heyecanlanıyor olmamdan tuhaf bir haz aldım.
“Tamam aşkım ben sana gelirim, dedi kadın. Sonra farklı üç ülkeye gitti.” üzerine bir yorum