Benimkinden altıncı ayımıza ilişkin oldukça güzel bir kutlama mesajı aldığımda gerçekten şaşırıyorum. Altı aya ne kadar çok şey sığabildiğine, onu çok çok daha uzun süredir tanıyormuş gibi hissetmeme… Hızlıca tarıyorum; onun arkadaşlarıyla gittiğimiz yemekler, benim arkadaşlarımla katıldığımız partiler, baş başa geçirdiğimiz zamanlar, kaldığımız dört ayrı airbnb evi, beş otel ve hatta bir çadır, birlikte vakit geçirdiğimiz beş farklı şehir, bir arada çalıştığımız saatler, dans ettiğimiz geceler, yediğimiz yemekler, şampanyaya “cumartesi suyu” adını takmamız, kendimizi kötü hissettiğimizde tuhaf bir vurguyla “absolutely fine!” deme esprimiz, benim onun ana dili olan İngilizcesini bozup, benim yaptığım gibi bir konu hakkında konuşurken, başka konuya geçeceği zamanlarda “by the way” diyerek cümleye başlamaya alıştırmam, ona ne zamandır aradığı evi bulmamız ve almamız, kavgalarımız, özlemelerimiz, kavuşmalarımız, oyunlarımız, iki kişinin birbirini sınırlandırdığı ilişkilere ön yargımızla, kendi kurallarımızı deneye yanıla bulma çabalarımız içinde sürekli olarak yaptığımız derin sorgulama sohbetlerimiz…

Ben bu altı ayda olup bitenlerden bazı sahneleri gözümde yeniden canlandırıp kendi kendime kikirderken, “Hadi hafta sonu Venedik’te buluşalım.” diyor. Ay dönümlerine, yıl dönümlerine çok büyük anlamlar yükleyen kadınlardan hiç olmadım, ama sanırım o ne zaman neye kıyamet koparacağımı çok kestiremediği için işini sağlama alıyor. Onun bu Romeo haline de, bir sonraki buluşma tarihimiz gelmeden hızlı bir kavuşma fikrine de bayılıyorum. Biletler alınıyor, cuma günü Venedik’te buluşmak üzere, diyoruz.
Tabii her şeyin bu kadar şahane akıp gitmesi sadece romantik komedilerde oluyor. Ben bütün hafta, bütün sosyal planlarımı ekip, geceleri de çalışarak cuma günümü büyük ölçüde boşa çıkartmışken, onun bunu yapmayıp cuma gününü toplantılarla doldurmasına tutulup yaygarayı kopartıyorum. Romantik planı yapan o, istikameti ve tarihi seçen o, buna bütün planını uydurmak için gerçekten taklalar atan benken; onun bu özeni göstermemesi beni çıldırtıyor. Ben onu özensizlikle ve organize olamamakla suçluyorum; o beni karşılanamaz gerçekdışı bekletilere sahip olmakla…

Böylece Venedik’te cuma günümü tek başıma geçiriyorum. Venedik’e çok uzun yıllar önce, interrail ile Avrupa’yı boydan boya turladığımız yıllarda gelmiştim. Cebimizdeki harçlığın çok sınırlı olduğu, her şeyi ucu ucuna hesap etmek zorunda olduğumuz, bir sürü şeye imrenerek bakıp, “Gelecekteki bir gün.” hayaline bıraktığımız günlerdi. Yine düşünüyorum da çok şanslıymışız; euro’nun 1,6 olduğu yıllardı ve biz Türkiye’deki öğrenci harçlıklarımızla Avrupa’da minimal de olsa fink atabiliyorduk.

Şehirdeki en lüks bara gidiyorum; Bar Longhi. En şahane masasına kuruluyorum, önümde kanal manzarası, yanımda Moet’lerle dolu aşırı şık bir buzdolabı, bir whiskey sour söylüyorum. Düpedüz şımarıklık yapıyorum; ama kendimin o gençlik haline bunu borçluyum. 35 euroluk kokteylimin ilk yudumunda, kadehimi bana her konuda hep çok destek olan arkadaşlarımın şerefine kaldırıyorum. Sonraki bütün yudumları, mezun olabilecek miyim, iş bulabilecek miyim, bol bol seyahat edebilecek miyim, İstanbul’da kendime güzel bir hayat kurabilecek miyim, hayatımın aşkını bulabilecek miyim şeklinde gelecek kaygıları olan 20 yaşındaki kendimin şerefine içiyorum. O zamanlar hayal edebileceğimden çok daha fazlasını yapmış olmanın gururuyla “Aferim be kızım. ” diyorum kendime. “Ama daha fazla abartma, git diğer kokteyllerini başka yerde iç.” diyorum kendi kendime.
Sonra sokaklarda geziniyorum. Yazın turist kalabalığından eser yok, sokaklar oldukça boş. Hatta çoğu zaman köprülerin üzerinden tek başıma geçiyorum. Şahane vitrinlerle gözümü doyuruyorum,
Gece benimki oldukça geç bir saatte geliyor. Oturuyoruz, konuşuyoruz. Ben gerçekten konuşmayı, kendimi ifade etmeyi ondan öğreniyorum. Bugüne kadar hep alıştığım iletişim biçimi, “Sen şunu yaptın, ben bunu yaptım.” gibi eylemlere ve “Buna kızdım. Buna üzüldüm.” gibi tepkilere dayanıyordu. Bunların arkasındaki duyguları o bana sorduğunda hala hemen bulamıyorum, ama öğreniyorum. “Neden kızdım? Bu bana ne hissettirdiği için kızdım?” Üstelik de bunu ana dilim olmayan bir dilde yapmam gerekiyor. Zorlanıyorum açıkçası, hem o duyguyu bulmakta, hem de bunu sınırlı bir kelime dağarcığında ayrıştırarak ifade etmekte… Ama bu aynı zamanda da beni motive eden bir şey, tuhaf bir gelişim alanı.
Sabaha kadar her şeyi çözmüş olarak, sarmaş dolaş kendimizi Venedik sokaklarına bırakıyoruz. İlk durağımız şehirdeki en eski cafe: Caffe Florian Venezia. San Marco meydanında bulunan bu cafe, 1720 yılında açılmış ve hala aynı yerinde aynı şekilde hizmet sunmaya devam ediyor. Muazzam gösterişli dekorasyonu ve aşırı şık beyaz takımlı İtalyan garsonları ile mutlaka yolunuzu düşürmenizi hakediyor.

Yemek içmek söz konusu olduğunda, hep güzel seçimler yapan bir ikili olarak, orada da bizim dışımızdaki tüm müşterilerin ilgisini çeken bir sipariş oluşturuyoruz. Uzun ve keyifli bir brunch yapıyoruz.
Sonra upuzun keşif listemizi açıp bakıyoruz, listeyi detaylıca inceledikten sonra, boş veriyoruz. Hadi diyoruz, keyfimize göre ayaklarımız nereye isterse oraya gidelim, listeden değil, tesadüfen keşifler yapalım. Donana kadar yürüyoruz sokaklarda. Sangueblu isimli bir ikinci el butiği keşfediyoruz, giderseniz mutlaka yolunuzu düşürün, çok güzel high end parçalar satan, müthiş şık bir butik.

Minik ekmeklerin üzerinde tapas gibi atıştırmalıklar servis eden bir yere oturuyoruz: All’Arco. En favori kokteyli aperol spritz olan benimki için İtalya tabii ki bir cennet, o hiç düşünmeden aperol spritz söylüyor. Ben değişiklik olsun diye daha önce hiç denemediğim amaretto spritzden yana yapıyorum tercihimi. O kadar keyifliyiz ki, minicik dükkanın boşta olan küçücük alanında çalan İtalyanca müziklerle dans edip kikirdeşiyoruz. Servisteki çocuk da bizi çok seviyor, “Bu da benden. Bunu da tatmalısınız.” diyerek önümüze yeni atıştırmalıklar ve kokteyller koymaya devam ediyor.

Akşam için istikametimiz, Michelin Guide’da yer alan oldukça methedilen bir restoran: Local. Tadım menüsünden alıyoruz, İtalya’da olduğumuz için şarap eşleştirmesini de pas geçmiyoruz. Tabaklar ve bardaklar önümüze büyük bir hızla getirilirken, ben bir noktada şaraplara yetişemez hale geliyorum, zaman zaman önümde üç kadeh birikiyor.




Sunulan yemeklerin hepsini aynı ölçüde çok beğendiğimizi söyleyemem; ama çoğu gerçekten hem şaşırtıcı yoğunluktaydı hem de inanılmaz lezzetliydi. Tadım menülerinden beklediğim lezzet ve sıra dışılık performansını sonuna kadar karşıladı. Hatta benimki burada yemek yediğimizden iki gün sonra Lizbon’un çift michelin starlı restoranı Belcanto’ya gitti ve Local deneyiminin çok daha iyi olduğuna karar verdi. Bu yüzden Venedik’e yolunuz düşerse, burada bir akşam yemeğini şiddetle tavsiye ediyorum.
Sabah gözümü bağıran bir adamın sesiyle ve panikle açıyorum. Benimki aşırı eğlenerek beni izliyor, “İtalyadayız ve Pavorotti çalıyor, korkma.” dediğinde ben de gülmeye başlıyorum.

Venedik’e gelmişken, bir klişeyi de pas geçmiyoruz tabii ki, gondolla geziniyoruz. Ben analog fotoğraf makinemle fotoğraflar çekerken, deklanşör sesini duyan bir İtalyan, “Filmli mi o makine? İnanamıyorum.” diyerek atlıyor, eskiden çok fotoğraf çekermiş, şimdi film bulamıyormuş. Bizim ikimizin fotoğraflarını çekiyor. 36’lık filmim bitip de tabettirene kadar görmeyeceğim kareler… Sadece bu yüzden bile bu her şeyi aşırı hızlı tükettiğimiz dönemde analog makine taşımaya bayılıyorum.

Bahçelerdeki kadın heykellerini gördükçe, “Tasarımcına söyledin değil mi? Sen de bahçene benim tam boyutlu bir heykelimi yaptırıp koyacaksın değil mi?” diye takılmaya başlıyorum ona. Sonra yine rastgele bir restorana oturuyoruz, Osteria Fanal de Godega; proseccolarımız eşliğinde oldukça lezzetli bir yemek yiyoruz, I Tre Mercanti’nin tiramisusunu tatmaya da Peggy Gugenheim müzesini de gezmeye fırsat bulamadan, geri dönüş için havalimanının yolunu tuttuyoruz. Bunlara hiç takılmıyoruz, çünkü aynı şehirde yaşama fikrini bile bilinçli bir kararla erteleyen, neden iki farklı ve harika şehirde yerleşik kalarak deneyimleri ve seçenekleri azaltmayı reddeden iki kişiyiz, daha çok yolumuz olacağından hiç şüphemiz yok.
Birlikte havalimanında alışverişimizi yaptıktan sonra, poşetlerimizi ayırıyoruz, bir sonraki havalimanı buluşmamıza kaç gün kaldığını hesaplıyoruz ve farklı istikametlere giden uçaklarımıza biniyoruz. Biz ayrılırken o hala Pavarotti mırıldanıyor.
Ve bu yazıyı yazdığım bugün, onunla yeniden farklı bir havalimanında buluşmaya gidiyorum.
İnerek, çıkarak ama hep keyif alarak kalın!
“Bir hafta sonu kaçamağı: Venedik” üzerine 4 yorum