Çeşme’de geçirdiğimiz günde tükettiğimiz alkol miktarı ile dans ettiğimiz saatlerin çokluğu göz önünde bulundurulduğunda, ertesi günün ortasına kadar döne döne uyumamız, uyanıp bir duş aldıktan sonra uzun ve güzel bir kahvaltı yapmamız, akşamdan kalmalığımızı da sahilde sersem sersem güneş gözlüklerimizin arkasına sığınarak atmamız beklenir.
Tabii ki biz öyle yapmıyoruz.
Sabahın 7:00sinde çantalarımızı toplayıp otelden çıkıyor, henüz Alaçatı sokaklarında bizim dışımızda kimse yokken yollara düşüyoruz.
Önce İzmir otogarına, sonra oradan bir otobüsle Marmaris’e, sonra da Marmaris’ten bir dolmuşla Selimiye’ye gidiyoruz.
Böyle tek bir cümlede anlatıp geçtiğime bakmayın. Hiç bir şey bu kadar kolay olmuyor. Her seferinde beni şaşırtan bir gerçek bu: İnsanların konuştuğu dili bilmediğim ülkelerde, oradan oraya tren kullanarak oldukça pratik bir biçimde ulaşım sağlarken; kendi ülkemi keşfetmeye kalktığım her seferinde bir ulaşım sorunu yaşıyorum.
Diğer yandan, Fas seyahatim o kadar olağandışı bir deneyimdi ve hayatta her koşuldan keyif alma yeteneğimi o kadar yükseltti ki, bu ulaşımlar arasında upuzun bekleyişlerde bir dergi ve bir türk kahvesi ile hiç gerilmeden, hiç söylenmeden ve keyif alarak takılıyorum.
Selimiye’de dolmuştan iniyor, biraz tepelere konumlanmış otelimize gitmek için taksi durağı aramaya başlıyoruz. “Selimiye’de taksi yok.” diyorlar. Hoppala! Otelimizi arayıp, “Biz nasıl geleceğiz?” diye soruyoruz, onlar da sorumuza soruyla cevap veriyorlar: “Arabanız yok mu?”
Yok, dolmuşla geldik! O sırada, ertesi gün, Bozburun’da “Tekneniz yok mu?” sorusuyla karşılaşacağımızdan henüz habersiziz.
Biz olduğumuz yeri tarif ediyoruz, marketten soğuk bir şeyler alıp beklemeye başlıyoruz, onlar da gelip bizi alıyorlar.
Otelimiz Les Terasses de Selimiye‘nin, Selimiye’ye tepeden bakış imkanı sunan manzarası şahane. Minik havuzunda, Selimiye’yi izleyerek takılmak oldukça keyifli. Otel personeli inanılmaz ilgili. Açlıkla saldırdığımız mantısı leziz. Sanatı destekleyen yaklaşımlarına, haziranda yapılan workshop’tan kalma tablolara bayılıyoruz.
Diğer yandan, biz çok daha havalı, çok daha şıkır şıkır bir ortam bekliyorduk. Dekorasyonu oldukça sıradan: Odada parlak ve oldukça kalitesiz kumaştan perdeler ve banyolarda pansiyon ayarında karolar var. Temizlik de vasatlık sınırında geziniyor. Selimiye’deki diğer oteller hakkında fikir sahibi olmadığım için karşılaştırmalı bir değerlendirme yapamayacağım; ama ödediğimiz fiyatı göz önünde bulundurduğumuzda, beklentimizi kesinlikle karşılamıyor. Beklentimizin ötesinde olan tek şey, ilgi ve alakaları.
Karnımızı doyurup, manzaraya karşı keyif çattıktan sonra, otel de aklımızı başımızdan almadığı için Selimiye’nin içine inmeye karar veriyoruz.
Nereye gidersem gideyim, yolda gideceğim yer hakkında biraz araştırma yapıp notlar almak adetimdir. Selimiye için de oldukça kalabalık bir listem var.
Yürürken, yolların boşluğu, kocaman yemyeşil araziler, bize gerçekten bir köy hissiyatı veriyor. Merkeze indiğimiz anda ise, bir anda kalabalıklaşıyor ortam.
Öncelikle Paprika‘ya oturuyoruz. Selimiye’nin en çok talep gören mekanı burası. Akşamları kendinize bir masa bulabilmek için, bekleme listesine yazılmanız gerekiyor, öyle popüler! Üzerinde kocaman pamuk şekerle servis edilen limonatası, harika görünse de; ne pamuk şeker ne de limonata meraklısı olduğum için tercihimi filtre kahve ve haşhaşlı kekten yana yapıyorum. Gerçekten çok farklı ve çok lezzetli.
Sonra kekin enerjisi bünyemizde sahil hattını boydan boya yürüyoruz. Denizin hemen yanına konulmuş masalarla, her mekan oldukça davetkar görünüyor. Özellikle SUP, ahşap iskelenin üzerindeki sandalyeleri ve tepeden sallandırılmış ampulleri ile benim favorim oluyor.
Dizi dizi butiklerin arasında da en orijinal parçaları Losta’da buluyorum. Şahane kitap ayraçları ile kendime bayramlık olarak çok güzel yeşil bir küpe alıyorum.
Selimiye küçücük bir yer, yürüyerek keşfetmek çok uzun sürmüyor. O mekandan o mekana atlayıp, bir şeyler içerek sakin ve huzurlu saatler geçirmek için oldukça ideal; ama bizim gibi haftasonlarına iki şehir sıkıştırıp, günde onlarca kilometreyi yürümeye alışanlar için, havasını solumak ve keşfetmek için bir gün hayli hayli yeter.
Gece yarısından sonra, otelimize yürüyerek dönmeye karar veriyoruz. Karanlık sokaklarda, ağaçların arasında yürümek iyi geliyor; ta ki bir köpek karşımıza çıkıp, bize havlamaya başlayana kadar. Yolun üzerindeki bir evin bahçesine sığınıp, oteli arıyoruz, onlar da her zamanki güleryüzlülükleri ile gelip bizi arabayla alıyorlar.
Otelimizin havuz başındaki şezlonglara yayılıp, Selimiye’nin ışıklarına karşı derin sohbetlere dalıyoruz.
Aidiyetsizliğime tapsam mı; yoksa bunu değiştirmek için çaba mı harcasam karar veremediğim anlardan biri. Selimiye’de de bir butik açıp, pekala yaşayabilir hissediyorum kendimi çünkü o anda. Hiç bir şehre, hiç bir işe vazgeçemeyecek kadar bağlı olmamanın getirdiği özgürlüğün büyüleyiciliği ile herhangi bir yerde huzursuz olacak kadar başka bir yere ait hissetmenin özlemi çatışıyor içimde. Neyse ki, ilerleyen saatlerde bastıran uyku, bu düşüncelerimi siliyor zihnimden.
Sabah kahvaltımızı otelimizde yaptıktan sonra, yeniden merkeze iniyoruz. Selimiye’yi bir de gündüz gözüyle görmek için… Ceri Cafe‘de güzel bir sabah kahvesi içiyoruz.
Eminim bu civarda nefis bakir koylar vardır; ama merkezde, yan yana dizilmiş plastik şezlongların üzerinde güneşlenmek de, taşlı deniz de hiç cazip gelmiyor. O anda kesinlikle SUP’un spesyali karides burger, denizden çok daha cazip. Bayılıyorum!
Selimiye ile vedalaşmaya hazırız; istikametimiz Bozburun. Taksi olmadığı için, belediye otobüsünün arka koltuğuna yerleşiyoruz.
Kahkahalar atmaya başlıyorum, bir yanımda kucağımda davulu ile bir amca oturuyor, bir yanımda Almanya’dan gelen yogitam ile kocaman valizi. Biz bu halde, Bozburun Yat Kulübü’ne gidiyoruz.
“Belediye otobüsüyle ve davulcu amca eşliğinde, yat kulubüne giden ilk insanlar olabiliriz.” diyerek gülüyorum. Ben hayatımın absürd parçalarını aşırı çok seviyorum.
Kendinizle dalga geçmeyi unutmadan kalın!
Konuyla tamamen alakasız ama yazmadan duramayacağım. Yıllardır okurum sizi, alkolle aranız iyi, yemektende kısmıyorsunuz sanki, sürekli seyehat, gece gezmeleri (yani düzenli spora vakit kalmıyordur heralde), bu fitlik bu taşlık nasıl oluyor yahu? Hiç mi kilo yok, selülit, çatlak…
BeğenBeğen