Korkmak ve cesurlaşmak arasında sert geçişlerle altı ay

Kışın son demlerindeydik. Saçlarım omuz hizasındaydı, cildim bembeyazdı. Güneş arada sırada kendini göstermeye başlamış olsa da, hala mont giyiyorduk.

Yılbaşında evcilleşme, aidiyet hislerimi güçlendirmeye ve evimi otel gibi kullanmaktan vazgeçme kararları almıştım. Bu yüzden 100 günlük bir ev projesi icat etmiştim kendime. Her şeyi oyunlaştırmayı sevenlerdenim malum, o yüzden bunu da bir proje haline getirmiştim.

Parça parça bütün evi elden geçirmiş, bir çok mobilyamı satmış ve dağıtmış; dolapların içine tıkıştırılmış her şeyi yerlere dökmüş, artık hiç bir anlamı olmayan fotoğrafları ve hatıraları devasa poşetlere doldurup atmıştım. Düzenlediğim her bir raf ile zihnimin de toparlandığını hissetmiştim. Ferahlamıştım.

Evde zaman geçirmenin de düşündüğüm kadar sıkıcı olmadığını fark etmiştim. Tek sorun “bir şeyleri kaçırma korkum”du. Evde podcastler dinleyerek, evdeki eşyaları elden geçirmek ve ayıklamak ruhuma iyi geliyordu; ama sanki öncesinde haftanın en az altı gününü sokaklarda geçirmiyormuşum gibi, dışarıda olup bitenleri kaçırdığım algısından kurtulamıyordum. FOMO olarak tanımlanan, fear of missing out.

O günlerde koronovirüs diye bir şeyi duymaya başlamıştık; ama bizden çok uzaklardaydı. Her şey dünyanın diğer ucunda olup bitiyordu ve bu kadar hayatımızı etkileyebileceğini kestiremiyordum. Tam aksine harika bir Roma seyahati planlıyordum tam da o günlerde.

Ne ironiktir ki sonradan dönüp baktığımda, sanki olacakları biliyormuş gibi evimi eşya yığını bir depodan keyifle “evde kal” günlerini geçirebileceğim bir alana dönüştürdüğümü fark ettim.

İşte tam ben ev projemi bitirmiş, Roma seyahatim için valizimi toplarken dan diye gelip bizi de vurdu koronavirüs. Uçağım iptal oldu, elimde bir Roma, bir de Tahran bileti ile kalakaldım. Evden çalışılan günleri sokağa çıkma yasakları takip etti.

Elbette ki endişeli günler geçirdik, ama bu evde kal günleri benim asıl endişemi, bir şeyleri kaçırma korkumu sildi attı. Bu yüzden sanıyorum, ben evde kal günlerinde özlediğim bazı şeyler olsa da, hiç sıkılmadım. Tam aksine, çok üretken ve keyifli günler geçirdim. Evde Kal Günlükleri serisini yazdım, her gün yoga yaptım, merak ettiğim beslenme biçimlerini denedim, çok çalıştım.

İlişki hayatımdaki aksiyonsuzluğu, önce eski günlüklerimi okuyarak, sonra Aşk Peşinde Masallar romanını yazarak tamamladım. Muzip sahnelerde kalp atışlarım hızlandı, ayrılık sahnelerinde cin tonik içip ağladım. Yazdıklarımın çoğu aslında hiç yaşanmadı ve kurgu. Yine de yazarken hepsini yaşadım. Gerçekten sevgilimden ayrılmış gibi şiş gözlerle uyandığım da oldu, aşıkmış gibi dans etmeden duramadığım da…

Bu yüzden eve kapanıp geçirdiğimiz günleri söylenerek anmama imkan yok, yıllardır çok istediğim bir şeyi gerçekleştirmiş oldum.

Her şey 24 Haziran’da değişti, Veranda Alaçatı açılışı için Alaçatı’ya gittik. Sonra madem uzaktan çalışıyoruz burada da çalışırız diyerek, Alaçatı’ya yerleşme kararı aldık. Derken acilen iş için İstanbul’a dönmem gerekti. Hayat bu ya, her zaman en beklemediğin anlarda en beklemediğin şeyler olur; İstanbul’a ayak bastığımın ertesi günü kalbimi güm güm attıran bir adamla kesişti yolum. İki insanın içemeyeceği kadar çok içiyor, sabahlara kadar dans ediyor, konuşacaklarımızı bitiremiyorduk. Tam İstanbul günleri keyiflenmişken, 15 gün şirketin kapanması gündeme geldi, hoop kendimi Kaş’ta buldum. Daha tatilin ikinci gününde İstanbul’a çağrıldım. Bir ayımı iki ihale arasında gece gündüz çalışarak geçirdim. O sırada sezgisel bir şekilde İstanbul’u benim için keyiflendiren adamdan itti bir şey beni. Çok sorgulamadım, artık sezgilerime güvenmeyi seçiyorum.

Teos – İstanbul arasında mekik dokuyarak bütün yazı devirdim.

Yavaş ve evde geçirdiğim aylardan sonra, her şey bir anda hızlandı. Defalarca yollara düştüğüm, toplamda 7200 km yol yaptığım, yüzlerce saat Zoom toplantısında olduğum, iki kere tatilden acilen İstanbul’a dönerek beşyüzden çok saat çalıştığım ve bu araya aşk peşinde dört aksiyon sığdırdığım iki ay geçirdim.

Mesafeli çalışmaya teşekkürlerimle, çalışma saatlerim günde ortalama 10 saati bulacak kadar yoğun çalışmama rağmen, mekan bağımsızlık sayesinde, işsiz geçirdiğim geçen yaz kadar çok denize girdiğim, bir çok arkadaşımla tatil yapmaya fırsat bulduğum bir yaz oldu.

Şimdi İstanbul’a döndüm. Vaka sayıları giderek artmasına rağmen, hayatımız olağan akışına dönmeye başladı. Yüz yüze toplantılar, arkadaşlarla iş çıkışında buluşup laflamalar yeniden hayatımızın bir parçası.

Ne yöne savrulacağımızı tam olarak kestiremesem de, ben bütün bu döneme dönüp baktığımda, plandan plana koşmak yerine, evde çok havalı bir şey yapmadan kendi kendime kalmanın bana iyi geldiğine karar verdim. İşler yetişmese bile zaman zaman “dur” noktasını bilmek gerektiğine, arkadaşlarımdan gelen teklifler ne kadar cazip olursa olsun ardı ardına her güne bir plan koymamaya…

Ne kadar yoğun olursam olayım, harika planların arkası gelmiyor olsa da, haftada en az bir gün evde ve tek başıma zaman geçirmeliyim. Bu beni hizalıyor. Yapmak istediğim ıvır zıvır işleri yapmak, yazılar yazmak, müzikler dinleyip hayaller kurmak veya hiç bir şey yapmamayı tercih etme hakkına sahip olmak, bana çok iyi geliyor. Bulaşıkları makineye dizerken, dans edebileceğim kadar toparlıyor beni.

Sıkı bir retro kapımıza kadar gelmişken, kendinize, rüyalarınıza ve içinizden geçenlere vakit ayırarak kalın!

Korkmak ve cesurlaşmak arasında sert geçişlerle altı ay” üzerine 2 yorum

  1. Anıl dedi ki:

    Bloğa yeni yazı yazdığını instagramdan görmüştüm öğleye doğru, bakma fırsatım olmamıştı ama. Az önce bilgisayar başında bişeylere karşı öfke, hayalkırıklığı, hüzün karışımı birşeyler hissederken aklıma geldi ve “aç oku bakalım ne yazmış, Sezo her zaman iyi gelir, o andaki havayı değiştirir iyi hissettirir” dedim. Teşekkür ederim iyi geldiğin ve her zaman bir hayat nasıl daha verimli yaşanır konusunda ilham verici olduğun için…

    Liked by 1 kişi

Yorum bırakın